Her şey sakin bir cuma gecesi dileğiyle başladı...
Yiyeceğimi, içeceğimi alır aylardır merak ettiğim fakat hakkında çıkan tüm yazıları okumaktan koşar adım kaçtığım The Perks of Being a Wallflower, internette refere edildiği üzere "Perks" filmini izlerim diye düşünüyordum. Sakin bir gece dileği kesinlikle gerçekleşti lakin bu durumun haftasonunu esir alması planda yoktu.
Afişte Ezra Miller ismini görünce karar vermiştim aslında bu filmi bekleme listesine almaya. Pek hoşlanmadığım bir tarzda da olsa, '93 doğumlu oyuncunun We Need to Talk About Kevin'deki performansı parmak ısırtacak seviyedeydi. Bir diğer isim Logan Lerman ise büyük referans olacak yapımlarda rol almasına karşın, rol kalitesi olarak kendisini öne çıkaracak ilk yapımında boy gösterecekti. Emma Watson ise... Bildiğimiz Emma Watson, ne kadar kötü olabilir ki? Oyunculuğu gözümüzün önünde büyüyen biri oldu. Gelecekte neler verebileceği konusundaki limit gerçekten yüksek. Akademik başarısı da kıskanılacak cinsten ama bugün konumuz bu değil.
Filmimize dönersek...
Wallflower, daha çok okullarda ve iş hayatında karşılaştığımız her şeyden ve herkesten uzakta kalmayı tercih eden fakat etrafındaki durumun farkında olan, anlayan; buna rağmen sosyalleşme konusunda sorunları olan kişilere yakıştırılan bir sıfat. Filmdeki wallflower da, Charlie (Logan Lerman).
The Perks of Being a Wallflower, Charlie'nin stabil olan kötü durumunu, yeni arkadaşlarının (Patrick-Ezra Miller ve Sam-Emma Watson) yardımıyla en azından dalgalı bir duruma taşıyabilmesini, geçmişi ve geleceği arasında kalan bölümdeki yerinde bir molayı anlatan bir hikaye. Bu hikayenin içerisinde bir lise draması arıyorsanız, sonrasında çok şaşıracaksınız demektir. Klasik bir Cuma gecesi filminden çıkmaya başladığı anda, sonraki günlerde dönüp dönüp tekrar izleyeceğiniz sahneleri aklınıza yerleştiren bir film olacak.
Devrimsel bir film değil; deneysel bir film, türe yenilikler getiren bir film hiç değil. Sadece güzel bir zaman, mekan ve kurgu kavramı olan; iyi işlenmiş, kusursuza yakın bir soundtrack ile süslenmiş ve bu kadar genç oyuncularıyla birlikte çok iyi yansıtılmış bir hikayeyle karşılaşacaksınız.
Harper Lee, Salinger, Shakespeare, Camus referansları ile fikirlerinizi oluşturan kitapları hatırlayacak; The Smiths, David Bowie, Genesis ve The Beatles ile de aklınızda yer etmiş yüzleri anımsayacaksınız.
Büyük sürprizleri değil ama en dipteki beklenmediklerinizi yaşayacaksınız.
Filmin içeriği hakkında bu kadar veri, izleyip izlememe kararını verebilmeniz açısından yeterli. Bu eserin sahibine göz atalım bir de.
Kitap beyaz perdeye aktarılırken senaryo ve yönetmen koltuğu da yazar Stephen Chbosky'ye teslim edilmiş. Kendisi kitabı bitirdiği saatten itibaren bu hikayeyi filme dökebilme fırsatı aradığını, hatta pek çok kareyi aklında kurguladığını söylüyor. Filmi izledikten sonra sözlerinin ne denli yerinde olduğunu anlıyorsunuz. Dünyaya getirdiği çocuğu büyütüp, yetiştirip, donatıp, süsleyip, evlendiriyor ve aileden uzaklaştığı sırada, uzaklardan başarısını izliyor tam anlamıyla. Bütçe-performans oranına bakınca ne denli başarılı bir iş çıkardığı da aşikar.
Sözün özü, beklentilerinizi bir kenara atıp oynatın bu filmi. Değerini çok daha iyi anlayacaksınız.