Uyarı!

Bu blogda sinema, kitap ve müzik ile ilgili yazılar bulabileceğiniz gibi; deli saçması üretimlerimizle de karşılaşabilirsiniz.

Yazarlar

Diğer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Diğer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Geri döndük!

2016/01/16



Spotify çalma listesi için tıklayın.

Selam dostlar!

Son postun üzerinden bir seneden fazla süre geçmiş. Hem Dicle, hem de ben buraları bildiğiniz nadasa bırakmışız. Yine de uğramayı kesmeyip eski yazıları didik didik edenleriniz olmuş. İlgisizlikten bahçesinde ayrık otu türemiş bu evden ayrılmamışsınız. Bunun için minnetarız.

Geçen süre içerisinde gerek içeride, gerekse dışarıda pek çok değişiklik yaşandı. Hiçbiri de yarınların daha güzel olacağını müjdelemedi. Yine de başka bir gün daha yaşamak için hayatlarımıza devam ediyoruz.

Uzak kaldığımız aslında sadece blogumuz değil, sevgili Dicle'mizle de pek uzak kaldık. Nice masadan birlikte kalktığımız, ayakkabılarımızdaki kumu dökmeden eve giremediğimiz, son Efes Dark Brown şişesi için kavga ettiğimiz günler-geceler arasına uzunca aylar girmişti. Neyse ki arayı biraz kapatabildik. Kendisi hayatına başarılı fakat iş yerine sadakati olmayan (yazar burada gülüyor) bir iş kadını olarak devam ederken ben de radikal bir kararla pek hoşlanmadığım bir şehirde yeni bir hayat kurmuş durumdayım. İkimizin de markete gidecek kadar vakti olduğu bir dönemden yeni çıktık. Sorarsanız, ikimiz de iyi; çoluk çocuk yok, aday yok. Esra Erol'luk halden bir önceki safhadayız. Dicle halen Beşiktaşlı, ben halen Fenerbahçeli'yim. Kendisini doğru yola döndürmek için bir kaç senem kalmış olmasından korkuyorum...

Şimdi gelelim dükkanı tekrar açmamıza neden olan yazıya. Mail kutusuna düşen bir mesajda, yazı paylaşmıyor dahi olsak Yol Arkadaşları serisine devam edilmesi rica edilmiş. Şaşırtıcı ve aynı derecede hoş olan bu mailin ardından, yeni bir yol arkadaşları listesi paylaşılması gerekliydi. Öyleyse başlayalım.

1. MGMT - Kids
2. Moby - Extreme Ways
3. Bloodhound Gang - Foxtrot Uniform Charlie Kilo
4. Marty Robbins - Big Iron
5. The Temper Trap - Sweet Disposition
6. Supergrass - Mary
7. Interpol - Tidal Wave
8. The Last Shadow Puppets - Gas Dance
9. Florence and the Machine - Girl with One Eye
10. The Strokes - Metabolism
11. Jamie Lovatt - Everybody's Free
12. the innocence mission - Keeping Awake
13. Oasis - Wonderwall


Bireyin Yanlış Eğitimi - Bütünün Sinir Hastası Oluşu

2014/12/24



- Bunlar nasıl okumuş, kim mezun etmiş?

Okul yıllarımda bu derece farkında değildim; aynı sıraları paylaştığım kişiler yarın bir gün bankaya fatura yatırmaya gittiğimizde basit bir işlemi ağırdan alıp bizi kuyrukta bekletenler, mecliste kürsüye çıkıp bel altı fıkra anlatanlar, kolunuza haber vermeden hart diye iğneyi sokan hemşireler, usta sağda inecek var diyince iki kilometre ötede bırakan dolmuşçular ve en önemlisi gelecek nesilleri olgunlaştıracak akademisyenlerdi.

Evet, aramızdan çok iyi kişiler çıkacağı gibi yukarıdaki örneklere benzer kişiler de çıkacaktı.

Yine de bir Dış Ticaret mezununa ithalat sürecini hatırlatmamız veya bir üretim mühendisine zaten kendi bünyemizde yapacağımız talaşlı imalat payında kalan çatlaktan dolayı yarı mamüle red veremeyeceğini söyleyeceğimiz aklımdan geçmezdi.

İnsanlar bir sorunla karşılaştığında onu çözmeyi angarya, ek iş görüyor. Bana kalırsa bu gerçek teknik/akademik yeterlilikten çok davranış eğitimiyle, eğitim hayatının başından beri kişinin fikir gelişimine çizilen sınırlarla alakalı.

Örneğin okul öncesi öğretmenliği diye bir bölüm var üniversitelerde. Bu bölümden çıkan kişilerin nasıl bir çoğunluğu çocuk psikolojisi yoğunluklu bir eğitim alıyor, "aman mezun olup, kpss'yi halledelim de... oyunlarla, boyama kitabıyla geçer gün, gelsin maaş" mantığında zaman geçirip mezun olabilmek ne kadar mümkün?

Okul öncesinden, lise eğitimine kadar geçen süreçte; yaratıcılığı özendirici kaç ders var? Bu dersleri yürütebilecek kapasitede eğitmen yetiştirme kabiliyetimiz var mı?

Öğrenci başına düşen eğitmen hedefimiz spesifik mi, yoksa -örneğin- "Ankara'da 20 Fizik öğretmeni açığı var, atama yapılacak" şeklinde mi?

Dördüncü sınıftan itibaren okutulan İngilizce'yi kaç kişi yeterli seviyede konuşabiliyor? Cumhuriyet öncesi döneminin eserlerini, anlayabilecek derecede okuyabilmek için kaç yıl ve nasıl eğitim verilmesi gerektiği dizayn edildi mi? Bunun için günlük ders saatini mi artıracaksınız yoksa var olan bir dersi mi kaldıracaksınız, yeterli eğitmeniniz var mı?

Aslında bu işin içinde olanlar çok daha derin sorular sorabilirler, cevaplar aşağı yukarı aynı olacaktır.

Türk Eğitim Sistemi'nin ciddi anlamda bir "tam kapsamlı elden geçirme"ye uğraması gerekli ve bunu yapması gereken kişiler, yeterince açık görüşlü ve idealist kişiler mi? İnsanı karamsarlığa iten de bu.

Ben bir eğitimci değilim lakin günlük hayatta karşılaştığım örnekler beni bu yazıyı yazmaya itti. Bir ülkede eğitimden önce gelen kaç konu vardır ki buna yıllardır değişen hükümetler bir türlü çözüm bulamamıştır? İnsanlar en küçük spor müsabakasında dahi birbirlerine en ağır sözleri söyleyecek duruma geldiyse, ötekileştirme yapılmadan tartışma yapılamıyorsa, konu niye hiç kökten incelenmiyor?

Umarım yeni jenerasyonlar eğitimin, özellikle davranış eğitiminin önemini kavrar da ülke iş ve davranış etiği bakımından biraz daha yukarı taşınır. Yoksa gidişat pek iç açıcı değil.

Enkaz Devralmak

2014/10/29


Hayatımız boyunca mutluluk ve hüzün biriktiriyoruz.

Capri Sun paketlerini patlatabildiği için aranan adam olan arkadaşımıza gülerken, beşinci sınıf kantininde hayatımızın ilk hayal kırıklığını tecrübe etmenizi sağlayan mavi gözlü kızı da hatırlıyoruz. Yıllar boyunca topladığımız yük o kadar birikiyor ki, kimimiz için bu yükün hayal kırıklığı tarafı daha ağır basıyor. Hayal kırıklıklarının oluşturduğu bu enkazı paylaşmayı denediğimiz kişiler de bazen beklentinin tam tersini yaparak yeni taşlar bırakıyor bu enkazın üzerine...

İçinden çıkılmaz bir durum gibi görünüyor değil mi? Değil aslında. Sorun biziz.

Mahallede top oynarken camını kırdığınız esnaf "olur oğlum böyle şeyler, yaptırırız" diyip ağlamanızı susturuyorken, kalecinin annesi aynı hafta sizin bilerek sürekli cam kırdığınızı ve çocuğuna kötü örnek olduğunuzu annenize söylediğinde iki yüzlülüğün ne demek olduğunu öğrenmeye başlıyorsunuz.

Koçunuz, sadece son sınıfta olduğu için sizin yerinize başkasına daha fazla süre verince, hayatta aslında pek çok işin kaba tabirle "torpille" döndüğünü anlamaya başlıyorsunuz.

Lisede yakışıklı çocukların yanında olan kızların, üniversitenin sonu yaklaştıkça akıllı çocukların yanına doğru kayışının "para-çokomel eğrisi"ni kanıtlayışına tanıklık ediyorsunuz.

Bir gece telefondan ölüm haberi alınca ayakta kalmaya çalışmayı tecrübe ediyorsunuz

Bilmem kaç dille ve türlü proje başarısıyla bulunduğunuz noktada kalabilmenizin, mesleğinizle alakalı olmayan işleri başarıp başaramamanıza bağlanmasıyla özel sektörü tecrübe ediyorsunuz.

Bu tarz örnekleri kendi geçmiş ve günümüzle bağdaştırarak çoğaltabiliriz.

Tüm bunları yaşarken etrafımızda bize destek olanların yanında, hayatını "ben olsam şöyle yapardım" ile geçiren bir kitle de var. Hepimiz doktor, hepimiz futbolcu, hepimiz birer politikacıyız. Pek çoğumuzun hayatında en çok yaptığı hata kişileri aklımızdaki kalıplara sokmak. "Bana çiçek getirsin, beni sevsin, yalan söylemesin, ayda şu kadar para kazansın, kötü günümde yalnız bırakmasın vs. vs." tamam bunlar güzel şeyler de, siz ne verebiliyorsunuz? Hastalandığında bir tas çorba yapabilir misiniz? Pazar gecesi deli gibi yağmur yağarken "abi bir kişi eksik, ne olur be?" dediğinde 23:00-24:00 halı sahaya gider misiniz?

Bunu lisede ben çok yapardım. Yabancı dilde şarkılar dinliyoruz, bir de sinemada Hollywood esiri olmuşuz ya hani; arkadaşlarım veya kız arkadaşım İngilizce bilmezse birlikteyken o duyguları yaşayamayız, ileride çok sıkıntı çekeriz diye düşünüyordum. Şimdi diyorum ki cidden su katılmamış salakmışım. Büyükelçiliğe eleman mı arıyosun yoksa eş-dost mu? İnsanın başlıca kriteri bu olur mu...

Gelgelelim; tek sebep kökenli, enkazı çok bir insan oldum zaman geçtikçe. Aradığım şeyler bambaşka oldu. Pek tabii, bu geçen zamanda bende aranan noktalar da değişti. İnsan özellikle çalışma hayatına girdiğinde etrafına fazla vakit ayıramamaya başlıyor, çok da seviyoruz işi bahane göstermeyi bu konuda lakin ciddi etkisi var. Arkadaşlarınızla saatleriniz denk gelmiyor, tam zaman yaratıyorsunuz kız arkadaşınız "ben izin aldım, ne yap ne et iki gün boşalt bir yere gidelim" diyor. Birinden birini seçmeye başladığınız yaşlar geliyor. Bu yaşların enkazı uzaklaştığınız dostlarınız ve işinizin size genelde olumlu dönüşü olmayan stresi oluyor.

Peki enkaz kime yükleniyor? En yakınımızda kim varsa. Gün geliyor yükler eve seve paylaşılıyor, gün geliyor balkondan anahtarı atmak sorun oluyor. Yine de günün sonunda bu yükler, yeri geldiğinde enkazlar paylaşılıyor. Ama eşle, ama dostla...

Mutluluğu da hüzünü de tek başınıza yaşamayın. Hele ki Sonbahar'ınızı asla.

Bu yazının yegane yazılış amacı, bugün yan masadaki arkadaşının başını, bir Berkecan yüzünden, Berkecan'ın unutamadığını düşündüğü eski sevgilisi yüzünden yiyen genç arkadaşımızdı. Enkaz devraldığını düşünüyordu... Yazının tonunu yumuşatan da Berkecan'ın tek erkek olmadığını anlatan kısa boylu arkadaşıydı. Uzun ve mutlu bir arkadaşlığınız olur umarım, lütfen yirmi iki yaş enkazınızda boğulmayın. O yığın gittikçe artacak.

Hiç Edilen Yerli Şarkılar Vol.2

2014/05/15

İlkini yaklaşık dokuz ay önce yazdığım Hiç Edilen Yerli Şarkılar serimizin ikinci ayağına bugün geçebilme fırsatı bulduk.

Yine bir yemek vesilesiyle...

Öğle yemeğinde karşılaştığımız domates çorbası (salça suyu), kabak dolması ve börek menüsünden hafif yana adımlayarak uzaklaştım ve elimi telefonuma atıp etrafı kolaçan ettim. Whatsapp sayesinde yine o anlamsız ve akşam düşündüğümde ne konuştuğumuzu pek hatırlamadığım, lise zamanlarındaki Bursa Heykel ve Adliye tarafı gece sohbetlerinden kalma; bizim dönemimizin "abi" ve "abla"larıyla kıyasıya bir sohbete girdik (yazar burada aslında öğle arası kavramına pek uymadığını ima ediyor ve biraz da artistlik yapıyor gibi).

Bir süredir yazmak istediğim fakat genelleme anlamında olmaması için güzel bir ortam beklediğim Hiç Edilen Yerli Şarkılar'ın ikinci yazısı için gerekli ortamı yakaladım.

Beklenen an gelmişti.

O güzelim, dillere destan lakin klibi olmayan şarkıları arıyorduk beynimizin derinliklerinde...

Bunu neden yaptığımıza anlam veremesek de... Yaklaşık yarım saatte bir aylık Whatsapp kullanımı yapmış olsak da. Yeni bir beşliye karar verdik.

Beşinci sırada; ilk önerinin ardından çok fazla tartışmadan Teoman - Hiç Kimse Bilmez. Klibinin olmaması büyük bir eksik bana göre. Klibinin çekileceği lokasyon bile belli, Foça.


Dördüncü sırada; Kargo - Sürgün. Aslında tüm albümlerini ortaya döksek, yerli B-side'ın kesinlikle ve kesinlikle önde gelen isimlerinden biri Kargo olurdu. Sahi, niye dağılmışlardı?


Üçüncüyü sırada; Sezen Aksu - Şimal Yıldızı var. Hiç hesapta yoktu bu şarkı aslında ve birinin telekon yapıp şarkıyı mırıldanması gerekti hatırlamamız için. Nasıl şanslı bir nesiliz ki bu şarkılara yetişebildik. Önceki yazıda Yasemin Mori'nin Aslında Bir Konu Var'ı için yapılan yorum Şimal Yıldızı için de geçerli; kısa film tadında bir klip bu şarkıyı ölümsüz yapabilirdi.

İkinci sırada; Bülent Ortaçgil'in Değirmenler'i var. Birsen Tezer'den Şebnem Ferah'a pek çok kişiden dinledik. Hatta klip mahiyetinde sayabileceğimiz pek çok canlı kayıt bulunmasına rağmen Değirmenler başlı başına öyle güzel bir klip olabilirdi ki... Günün akşama değmeye başladığı vakitte şehrin silüetini yakınlaşarak alan... Eminim hepimizin Değirmenler ile özdeşleştirdiği anlar vardır. Ayrıca bu şarkı, benim listemin birinci sırasındaydı, oylamaya takıldı.


Birinci sırada ise sıralamaya dahil etmeye dahi çekindiğimiz bir şarkı var ki... Barış Manço'nun Gamzedeyim Deva Bulmam'ı. Benim bu şarkıyla tanışmam çok çok geç oldu. Masada rakı varsa aklıma ilk gelen şarkıdır halen. Hem Barış Manço'nun hem de böyle bir şarkıyı bana sevdirenin toprağı bol olsun. Belki de zamanın şartlarından dolayı klipsiz kalmış bu şarkı. Etrafta duyulan pek çok Barış Manço şarkısının arasında Gamzedeyim Deva Bulmam'ın yer almıyor oluşu tamamıyla şarkının ruhuna ihanet etmemek amaçlı bence. Bu şarkıyı berbat etmek gerçekten ihanettir çünkü.


Listeye dönüp bakınca "Hiç Edilmiş" kelimesinin tüm bunlar için yerinde olup olmadığına karar veremiyorum. Belki daha geniş kitlelere yayılamayışın ve saklı kalışın bir nedeni klipsizlik, belki de bu şarkıları değerli kılan olgu. Buna karar verebilmek için bir kaç kişiden daha kalabalık olmak gerek sanıyorum ki.

Bir de rakı masası playlisti gibi olmuş, toplanan insanların fıtratından olsa gerek.

Fifth of November-Reloaded

2013/11/05



Yine bir 5 Kasım gününü, önceki yıllarda yazdığımız yazıyla hatırlıyoruz. Bu 5 Kasım'ın olayı nedir?


Kraliçe 1. Elizabeth 1603 yılında ölene dek sürekli onun baskısı altında yaşamış olan İngiliz katolikler, varisi 1. James'in inançlarına karşı daha toleranslı olacağını düşünürler çünkü James'in annesi de bir katoliktir. Fakat olaylar katoliklerin dilediği gibi gelişmemiş, 1. James sorunun sadece şiddetle çözüleceği fikrini benimsemiştir. Çok sayıda katolik katledilir (Kral 1. James'in katolik olduğu halde tüm bunlara izin verdiğini belirten bilgiler mevcut olmakla birlikte kendisinin katolik olduğunu ortaya koyan net bir bilgi yoktur).

İngiliz Katolikler de buna karşı Robert Catesby önderliğinde gruplaşırlar. Planları Parlamento binasını havaya uçurmak, böylece katoliklere hayatı zindan eden Kral 1. James ve parlamento üyelerini öldürmektir. Planlarını gerçekleştirmek üzere 36 fıçı barutu Lordlar Kamarası'nın kilerine yerleştirirler.

Tekrar düşündüklerinde hareketlerinden masum sivillerin hatta katoliklere yardım eden kişilerin dahi zarar göreceğinin farkına varırlar. Eylemci grubun içindeki bir kaç kişi, isimsiz mektuplar aracılığıyla dost isimleri 5 Kasım günü parlamentodan uzak durmaya çağırırlar.

Mektuplardan biri Kral 1. James'e yakın kişilerin eline geçer ve eylemcilerin planının bozulması amacıyla derhal harekete geçilir. 1605 yılı 5 Kasım gününün erken saatlerinde, fitili ateşlemekle görevli olan Guy Fawkes Lordlar Kamarası kilerinde ele geçirilir, işkence edilerek öldürülür ve parçaları ülkenin dört bir yanına dağıtılır. Bu şekilde yakalanması Fawkes'un adını hareketle bağdaşlaştırır. Devrim hareketinin simgesi haline gelmiştir.

Fawkes başarılı olsaydı şu an katolik bir İngiltere ile karşı karşıya olabilirdik. Din üzerinden gelişen fakat parlamenter sisteme karşı bir eyleme dönüşen bu hareketin başarısız oluşu belki de pek çok dengeyi değiştirdi. Sadece tarih kitaplarında anacağımız bir sistem haline dönüşecekti belki de parlamenter sistem...

Tüm bu olayların ardından her yıl 5 Kasım günü, Kralın ve Krallık makamının güvende oluşunun kutlandığı, onlara sadakatin sunulduğu gün haline gelir. Ülkenin her yanında Fawkes maketlerinin yakılması, havai fişekler ve bol gürültü ile kutlanan bu gece, Bonfire Night adını almış, pek çokları için yeni neslin türlü şaklabanlıklar yaptığı zaman dilimi olarak kabul ettikleri bir günden öteye gidememiştir.



Hiç Edilen Yerli Şarkılar vol.1

2013/08/02

Bugün öğle yemeği sırasında açılan bahis -yaşımızın ve/veya hafızamızın da izin verdiği ölçüde- Türk müzik tarihinde yer alan kliplerdi.

İnternet çağını doğuş dönemlerinden yakalayabilmiş bir nesil olarak, istediğimiz müzik tarzına ulaşımımız, 56k modemler sayesinde biraz yavaş da olsa kolay oluyordu. Rahat ulaşamadığımız albümleri internet sitelerinden, Napster vb ortamlardan edinebiliyorduk. Şimdi ise pek çok şeyi artık cebimize kadar getirebiliyoruz. Öyle ki, Youtube ve Grooveshark gibi servisler internete ulaşımın da kolaylaştığı üzere, müziği depolamayı anlamsız hale getirdiler.

Fakat, fakat, fakat... Eskiden iş böyle değildi. Okuldan gelince çanta atılır ve televizyon karşısına geçince insan Demet Sağıroğlu'nun bir Arnavut Kaldırımı'nı ya da Tarkan'ın Kış Güneşi'ni beklerdi. Çok kaliteli müzik yapılırdı. En azından şimdiki halimle düşündüğüm bu. Pek çok güzel klip ve şarkı tabii ki vardı lakin o kadar güzel şarkılar klipsiz veya rezalet kliplerle heba edildi ki... Bir Glosoli beklemiyoruz ama çok iyi şarkılar, çok yavan kliplerle hiç edildi.

.....

Bugünün konuşmasının içeriğinden alıntı yaparak; hiç edilen kliplerin ilk sırasına Teoman'ın Gemiler'ini koyduk. Epik bir hikaye olabilirdi o klipte. Bir kaç fikir var tabii gruptan çıkan, elin İngiliz'inin bizarre şeklinde tabir edebileceği; vermeyelim burada.

İkinci sırayı blogumda yazmanın bana verdiği yetkiyle; Kargo'nun Kaderin Dizaynı'na verdim. klibinin olmaması hayal kırıklığından öte bir şey bana sorarsanız. Belki de olmayacak diye korktular, anlaşılabilir mi bilemiyorum. Şairin Elinde klibine bakınca da iyi ki yapılmamış diyor insan.

Üçüncü sırada ise Yasemin Mori'nin Aslında Bir Konu Var'ı. Kısa film tadında bir klip çok yakışırdı gibi geliyor sanki.

Dördüncü sırayı pek tartışmadan Mirkelam'ın Unutulmaz'ına verdik.

Beşinci ve son şarkımız ise bahsi geçtiği üzere Şairin Elinde. Özellikle ilk dakikalar.

Farkındayım kısır bir liste olduğunun fakat 45 dakikada bu çıkıyor. Devamı gelebilir mi derseniz; elbette.

Çapa derken?

2013/06/21

Güne başladığınız andan itibaren canınızın bir şeyi çok istediğini fark ettiğiniz zamanlar olmuştur. Bir yiyecek olur, bir kişinin varlığı olur, çok çok önceden izlemiş olduğunuz bir film ya da uzun zamandır dinlemediğiniz bir şarkı olur...

İşte böyle bir şey iki gündür yataktan aşağıya adımımı attığımda başıma gelen. Sanki yeni güne uyanmamışım, yorgun aklım yenilenmemiş gibi; Kargo'nun Kaderin Dizaynı şarkısı zihnimde dönüp duruyor. Pek çok kişinin duyduğunda istemsizce başını kaldırdığı bir şarkıdır halen.

Bu yazı ve link belki size de bulaştırır belki bendeki hali.

Tabii sonradan düşünüce, bu durum çapa kavramını da akla getiriyor. Nedir bu çapa?

Duyularımızla algıladığımız uyarımların beynimizdeki etkisi diyebiliriz. Bu ansız bir dokunuş olabileceği gibi duyduğunuz bir melodi ya da hissettiğiniz bir koku da olabilir. Örneğin çok iyi bir arkadaşınızla dışarıda eğlenirken içtiğiniz içkinin tadı, onu kaybettikten sonra size hep o anı hatırlatabilir. En güçlü çapa koku olsa da, anılara ket vuramazsınız.

İnsanların belli davranışlarınıza aşırı tepki vermesi de pekala çapalarla alakalı olabilir. Üzgün bir kişiye gidip de sürekli neyin var demeniz veya omzuna dokunmanız gereğinden şiddetli reaksiyon yaratabileceği gibi; karşınızda tamamen mutlu görünen fakat yan masadaki telefonun melodisini duyduktan sonra yüzü düşen insanlar görmenizi de sağlayabilirler. Zaten kompleks bir varlık olan insanda, çapa kavramı daha da ilginçleştiriyor olayları.

Çapalara fazla takılmamalı, bizleri ilerleyemez halde bırakmalarına izin vermemeli. Satıp kurtulmalı.


Play it again Sam!

2012/07/06

Somut bir kafesimiz yok aslında...

Öyle bir çaba, öyle bir koşuşturma... Herkes bir şeylerin peşinde; elinde çantalar, aklında sorular. Konuşurken gözleri kaçırmalar, akılda seksen sekiz düşünceyle boş bakışlar...

Evet, bugünlerde insanlar... Yanındaki kişinin statüsü ne olursa olsun, aile-eş-dost-arkadaş-bir yabancı, değerinin her daim azaldığı zamanlar. Nereden çıktı peki durup dururken bu sözler?

Zaman yaratamıyoruz. Peki neden? Kendi kafesimizdeki tekerlekle çok fazla meşgulüz. Bu yüzden de değil aslında. Kurduğumuz o tekerlekle çok fazla meşgulüz.

Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz ve bir bakmışız ki yine kendimizi kandırmışız. Tekerleğe çıkmadan neysek şu anda da o'yuz. Tekerleğin tepesindeyken öğüttüğümüz kişiler de hayal meyal görünür olmuşlar. Herkes kendi kafesinin hakimi. Bellidir ki kapısı dışarıdan kilitli, sanıyoruz içerisi bizim dünyamız.

Uzun zamandır görmediğiniz, göremediğiniz biriyle tekrar karşılaştığınızda niye iki kişi de numaralarını kaybetmiş veya "çok yoğun" oldukları için birbirlerini arayamamış olurlar? Çünkü kafes yeniden dizayn edilmiş. Her yıl belki de her ay dekorasyon masrafına ruhu dayanmamış.

Bence biz bu kafes işini biraz fazla abartıyoruz. Yeni başlangıçlar için ortamı aynı bırakıp tekerleğimizi değiştiriyoruz.

Sonuçta somutlaştırıyoruz.


Back in Town

2012/06/04




Uzun bir aradan sonra yazıyorum. Askerlik bitti. Aslında şu günden itibaren yeni "asker"lik başlıyor gibi geliyor. İş-güç, evlilik, çoluk-çocuk, torun-tombalak ooh baby...

Şimdi de geçmiş zamanın özeti...

Altı aylık askerliğim boyunca en iyi dostlarım Lana del Rey, Iron Maiden (ikisi ne alaka demeyin, o zamanlarda çok çok normal böyle esintiler) ve şehir içindeki nöbet kulübelerini ziyaret eden; Fenerbahçe'ye dair hatırlamadığı konu olmayan lakin hayata dair hiçbir fikri kalmayan hafif kırık abimizdi.

Fenerbahçe dediğimde sabaha kadar konuşurdu tabii. Hele bir Mirsad Türkcan sevgisi var ki, sadece Alex sevgisi ile yarışırdı.

-ve bir de yalnızlık vardı.

Günün sekiz saatini kendi kendine geçirince, insanın düşünecek çok şeyi oluyor. Saçma salak şeyler beyninizi meşgul ediyor. Çoğu zaman "ne işim var burda ya" dediğiniz de oluyor tabi, yeni askere gidecekler varsa ümitsizlik içine düşmesinler o hale gelince.

Altı ay hakkında pek çok şey de hatırımda tabii ki. Askerlik anılarını anlatan arkadaşlara "ne sıkıcı yermiş" dediğimi de hatırlarım haliyle. Şimdilerde hak veriyor muyum, hayır. Fikrim değişmedi. Bu yüzden sadece filmin akışını devam ettirmeme yardım edecek bir tanesini paylaşıyorum;

Öğle saatleri, muhtemelen okulların dağılış zamanı. İlkokul bir ya da iki öğrencisi iki çocuk... Kız ve erkek el ele tutuşmuş, yürüyorlar. Kar da onların haline ayak uydurur gibi o kadar tatlı yağıyor ki, ben de yerimden çıkıp o tabloya yaklaşma gereği hissediyorum. Tam onlarla konuşmak için laf atmak üzereyken;

"Kız: On yıl sonra da burada, bu şekilde yürüyeceğiz değil mi?

Erkek: ımm.. ney?"

Bu an, o günün müthiş keyifli geçmesine neden oluyor. Sebebiyse erkeklerin her yaşta aynı olabileceği gerçeği. Odunluk doğamızda var sanıyorum. Fransızları ayrı tutuyorum tabii ki. Gerçi onların askeri başarıları (!) hakkında çokça fıkralar dinledim lakin iyi bir asker olmak mı; iyi bir aşık olmak mı?.. Yerine göre sanırım. Aslında... Neyse popülist takılıyorum şu aralar.

Bu yazının konusuna daha yeni gelebildik. Bazı şeylerden uzun süre uzak kalınca eski tadı tekrar alabiliyor muyuz?

Bu sorunun benim için cevabı kocaman bir hayır oldu...

Gözlerimi kapatıp müzik dinlemekten, arkadaşlarımla sinemaya gitmekten veya hatun kişisiyle piknik yapmaktan aldığım tad, eskisinin çok çok uzağında.

Her olguyu basite indirgemekten kaynaklanıyor sorun. "Aman ya, zaman geçsin"e geliyor düşünceleriniz çünkü kendinizi uzun süre sadece zamanı geçirmeye yoğunlaştırdınız.

Filmde bir sahne olur, "bu ne şimdi". Yeni bir grup dinlersiniz, "bu ne böyle".

Tahammül sınırlarınız, yaşlı-huysuz ihtiyar kıvamındadır çünkü.

Ama ama...

Askerlik veya başka bir konu... Bu Erasmus veya uzun bir iş-proje bitirme süreci de olabilir. Uzak kalmak kötü şey. Tadı başka.

Daha derinden bakalım,

Uzak kaldığınız kişileri tanıyalım;

Aile: Sık sık konuşsanız da, döndüğünüzde çoğu şey eskisi gibi olmuyor. Önceleri de nadiren birlikte olabiliyordunuz, bu sefer farklı. Bir bariyer var arada. Hani uzaklık akılda artık. Yabancılık gibi de değil, çok başka bir şey. Çoğu şey dokunmaya, resmen batmaya başlıyor iki tarafa da. Uzaktan da olsa.

Sevgili: Burası biraz daha zor. "İlla ki yanımda olsun"culardansanız iş zaten bitiyor. "Uzaktan da severim"cilerdenseniz de biraz daha geç bitiyor. "Aman olsun, idare etsin. Gittiği yere gider"cilerdenseniz ise bitmiyor. Gözlemlerim sonucu itibariyle emin olabiliyorum bundan.

Arkadaş: İyiyle kötüyü ayırt edebiliyorsunuz. Sizi arayıp sormalarından değil, sizinle konuşurken onların içindekileri çok iyi hissedebildiğinizden. Sizin için özel olan insanları gayet iyi ayırt edebiliyorsunuz, hem süreç içerisinde; hem de süreç bittiğinde.

Peki uzak kaldığınız dünyaya ne kadar yabancılaşıyorsunuz?

- Çok fazla değil.

Sorun şu ki, kendinizi belli bir olgudan soyutlamak isterseniz uzağa gitmenize gerek yok. Duymak istediğinizi duyabiliyor, görmek istediğinizi görebiliyor oluşunuz; duyuların eski etkilerini yarattığını da kanıtlamıyor. Açıkçası, argo tabir olacak belki ama biraz salağa bağlıyorsunuz kendinizi. Kavramada zorluklar oluşuyor lakin alışıyorsunuz. Belli çerçevede sohbet etmeye ve insanlarla belli konular dahilinde iletişim kurmaya alıştığınız için; kavrayışınız direk o çerçeve ile ilişkilendiriyor yeni her konuyu.

Belli bir çerçevede kalmak sizi, düşüncelerinizi ve mimiklerinizi basitleştiriyor; tek düze hale getirmekle kalmayıp rahatsızlık verici biri yapabiliyor.

Siz siz olun, sevdiğiniz şeylerden -bunlar soyut da olabilir somut da- uzak kalmayın. Fiziki olarak değil, mental olarak...




Askerlik ve Dahası...

2011/12/24


Şöyle oldu böyle oldu serimiz tadında bir post olacak lakin ben bu yazıyı o kategoriye almayacağım.

12 Aralık'dan bu yana kısa dönem jandarma olarak askerlik görevimi yürütüyorum. Birliğe katılışın ardından geçen on birinci günde yeminimizi ettik ve gerçek birer asker olduk. Bunun anlamı artık askeri cezalara tabii olduğumuzdur elbette. Çarşı veya evci iznimize kilitler gelebileceği gibi; askerliğimizi uzatacak cezalarla da karşı karşıya kalabileceğiz artık. Bunlar iç karartan kısımlar. Tüm bunlar dışında erken terhis veya materyaller (kitap, fotoğraf, anı eşyası) gibi ödüllere de talip olabiliyoruz. Dün edilen yemin sonucunda hangi kategoride yer alacağınız, askeri sınırlarda takınacağınız tavırla alakalı.

Askerlik ortamı hakkında yazmadan da olmaz tabii ki. Uzun zamandır ailesinden uzak yaşayan kimseler için pek problem olacağını sanmıyorum. Ailesine bakmakla yükümlü kişiler veya evlilik durumundaki çiftler için durum biraz daha farklı haliyle. O yüzden genellemelere gitmemeli kolaydır-zordur diye. Her şeyden önce titizlik ve temizlik ile alakalı bütün duyu ve duygularınızı bir süreliğine sistem dondurmaya sevk etmelisiniz. Orada sizinle aynı davranışlara sahip insanlar olduğu kadar; duşlara tuvaletini yaptıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi kalkıp giden insanlar da mevcut. Bunu unutmamalı.

Askerliğimi kısa dönem olarak yaptığımdan dolayı, karşılaştığım kişiler genellikle 24-30 yaş aralığındaki insanlar. Evlisi de var, iki çocuğu olan da, boşanmış olan da, hiç arkadaşı olmayan da... Bilmem neresinin müdürü de, sporcusu da, işsizi de. Yaş olarak belli bir olgunluğa, eğitim olarak da belli bir seviyeye ulaşmış insanlar arasındasınız yani genelde. Tüm bunlara rağmen eşekliğin baki kaldığını tecrübe ediyorsunuz daha ilk günlerde. Herkes büyük patron tavırlarında... Emirleri takmamak, sayımlara gelmemek vs. Askerde de tek olarak değil bütün olarak cezalandırılıp ödüllendirildiğinizden her türlü davranışın cezasını da topluluk çekiyor. Örneğin sayıma geç gelen bir kişi için bütün herkes -5 derecede iki saat bekleyebiliyor. Ardından beyefendinin gazinoda uyukladığını öğrenip çıldırmak istiyorsunuz. Askerde sadece isteyebiliyorsunuz çünkü gerçekleştirmek ile ilgili tüm eylemler emir dahilinde yapılıyor.

Şimdiye dek geçirdiğim bu kısa süre, bana ülkemizdeki genç nüfusun ne olduğunu da biraz biraz gösterdi aslında. Abbas Güçlü ile Genç Bakış programından farklı değiliz. Çabuk gaza gelen, her şeyi yaparım-ederim havasıyla anlatan ve küçümseyerek tasvir eden gençleriz. Verilen görev ve ödevleri de genellikle başarmak-başarılı olmak için değil de geçiştirmek-üzerimizden atmak amacıyla yapıyoruz.

Neyse, vaktin nasıl geçtiğiyle alakalı olan kısıma gelelim. Güne çok erken başlayıp çok erken bitirdiğiniz için günler hızlıca geçiyor denebilir. Biraz yorucu bir askerlik yapmama rağmen pek şikayet ettiğimi söyleyemem. Burada bir şeylerden memnuniyetsiz şekilde güne başlar veya günü tamamlarsanız; sayılı olan günleriniz dahi geçmek bilmez. Olanı olduğu gibi kabul edip, kendiniz için olabilecek en iyi hale getirebilmek yolunda elinizden gelen çabayı göstermelisiniz. Sürekli telefon başında olmak, sizi merak edenlere sürekli karamsar şeyler anlatmak; başında bulutlar dolaşan kişi sayısını artırmaktan başka işe yaramayacaktır. Örneğin, belli bir yaşa gelmiş ve eğitim seviyesi belli bir insanın, her günün her öğününde "yemekler çok kötü yea" demeye hakkı yoktur. Bir alternatif yaratırsınız, bu kantin mi olur yoksa askeriyenin fırınından mı olur bilmiyorum. Kısa dönem gidenlerin çok büyük kısmının bir mesleği var, o yüzden maddi sıkıntı bir bahane olamaz. Kantin ve fırın fiyatları zaten komik derecede. Dev poğaçaları 20 kuruş civarı bir paraya, en güzel eti bisküvileri 30 kuruşa yiyorsunuz. Tost vs. yine aynı şekilde. TSK'nın verdiği maaş kartınız sigara içmiyorsanız size yetiyor zaten. Hadi diyelim ki çok yiyorsunuz ama hiç paranız yok ya da bulunduğunuz yerin yemekhane dışında beslenme imkanı yok; oradaki tüm komutanlar size yardımcı olur. Kendi gözlerimle -şu kadar kısa sürede bile- pek çok çeşidine tanık oldum bu tarz yardımların.

Aslında daha çok şey var anlatacak lakin olan biten biraz biraz gözünüzde canlanmıştır; gözünde büyüten insan için askerlik sürgün yeri iken, kolay uyum sağlayabilen sabırlı insanlar için sadece kısa bir aradır.

Bir 5 Kasım Hikayesi - Reloaded

2011/11/05



Yine bir 5 Kasım gününü, önceki yıllarda yazdığımız yazıyla hatırlıyoruz. 5 Kasım'ın olayı nedir, ne yani bu insanlardaki tavırlar?

Kraliçe 1. Elizabeth 1603 yılında ölene dek sürekli onun baskısı altında yaşamış olan İngiliz katolikler, varisi 1. James'in inançlarına karşı daha toleranslı olacağını düşünürler çünkü James'in annesi de bir katoliktir. Fakat olaylar katoliklerin dilediği gibi gelişmemiş, 1. James sorunun sadece şiddetle çözüleceği fikrini benimsemiştir. Çok sayıda katolik katledilir (Kral 1. James'in katolik olduğu halde tüm bunlara izin verdiğini belirten bilgiler mevcut olmakla birlikte kendisinin katolik olduğunu ortaya koyan net bir bilgi yoktur).

İngiliz Katolikler de buna karşı Robert Catesby önderliğinde gruplaşırlar. Planları Parlamento binasını havaya uçurmak, böylece katoliklere hayatı zindan eden Kral 1. James ve parlamento üyelerini öldürmektir. Planlarını gerçekleştirmek üzere 36 fıçı barutu Lordlar Kamarası'nın kilerine yerleştirirler.

Tekrar düşündüklerinde hareketlerinden masum sivillerin hatta katoliklere yardım eden kişilerin dahi zarar göreceğinin farkına varırlar. Eylemci grubun içindeki bir kaç kişi, isimsiz mektuplar aracılığıyla dost isimleri 5 Kasım günü parlamentodan uzak durmaya çağırırlar.

Mektuplardan biri Kral 1. James'e yakın kişilerin eline geçer ve eylemcilerin planının bozulması amacıyla derhal harekete geçilir. 1605 yılı 5 Kasım gününün erken saatlerinde, fitili ateşlemekle görevli olan Guy Fawkes Lordlar Kamarası kilerinde ele geçirilir, işkence edilerek öldürülür ve parçaları ülkenin dört bir yanına dağıtılır. Bu şekilde yakalanması Fawkes'un adını hareketle bağdaşlaştırır. Devrim hareketinin simgesi haline gelmiştir.

Fawkes başarılı olsaydı şu an katolik bir İngiltere ile karşı karşıya olabilirdik. Din üzerinden gelişen fakat parlamenter sisteme karşı bir eyleme dönüşen bu hareketin başarısız oluşu belki de pek çok dengeyi değiştirdi. Sadece tarih kitaplarında anacağımız bir sistem haline dönüşecekti belki de parlamenter sistem...

Tüm bu olayların ardından her yıl 5 Kasım günü, Kralın ve Krallık makamının güvende oluşunun kutlandığı, onlara sadakatin sunulduğu gün haline gelir. Ülkenin her yanında Fawkes maketlerinin yakılması, havai fişekler ve bol gürültü ile kutlanan bu gece, Bonfire Night adını almış, pek çokları için yeni neslin türlü şaklabanlıklar yaptığı zaman dilimi olarak kabul ettikleri bir günden öteye gidememiştir.


All For Van

2011/11/04




Mail kutumuza düşen bir organizasyon haberini veriyoruz bugün. "All For Van" daha önce de organizasyonlarından bir kaçına yer verdiğimiz Urban Bug tarafından düzenleniyor. Tüm gelirlerin AKUT'a bağışlanacağı gecede pek çok önemli isim performans sergileyecek.


Duyuruya dokunmadan aynen giriyorum.




The Hall Urban Style, Van depreminde zarar görenlere yardım eli uzatmak amacıyla 4 Kasım Cuma akşamı “the hALL for VAN” etkinliğiyle, 3 mekanda (The Hall, Bubble, Blow), ünlü isimleri dj kabininde ağırlıyor.



“the hALL for VAN” etkinliğine katılan isimler DJ setleriyle performans göstererek VAN’da yaşanan felaketin yaralarını sarmaya çalışacak.


Etkinliğin amacı, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan şu zamanda bir araya gelerek geceden toplanan tüm geliri Van şehrine ve depremzedelere en ivedi desteği veren AKUT Arama Kurtarma Derneği’ne ulaştırmak.



Etkinlikte çalışan, destekleyen, sahne alan, satış yapan herkes gönüllüdür, performans sahipleri ücret talep etmemiştir. Gecede elde edilen tüm gelirler AKUT Arama Kurtarma Derneği’ne bağışlanacaktır. Bu özel geceye performansları ile katkı sağlayacak isimler:



Ashkan, Aslı Köse, Aylin Aslım, Badmonkey, Barış Bergiten, Bee Project, Berna Öztürk, Can Ergün, Cem Özel (WUFI), David Seboy, Disco Log, Discomen, Dyg, Elif Tanrıbilir, Haykmusic, Kıvanç K, Mehmet Teoman, Murat Uncuoğlu, Oben Budak, Oz-e, Öykü Serter, Özgür Bay, Sarp Dakni, Tan Tunçağ (Portecho), Yasemin Kozanoğlu,




Kapı açılış : 22:00


Giriş : 10 TL



http://www.thehallistanbul.com/
http://www.urbanbugtr.com/
http://www.solarbeach.org/
www.twitter.com/thehallevents
www.twitter.com/urbanbugoffical


Edebiyatın Ülkemiz Kurumları ile İmtihanı

2011/09/30


Amerikan yazar Chuck Palahniuk ile pek çoğumuz, 99 yılında Gösteri Peygamberi kitabı sayesinde tanıştı. Sonrasında Fight Club (Dövüş Kulübü), Choke (Tıkanma) ve Lullaby (Ninni) ile de ününün hakkını vermişti.

Yazarın adı şu aralar yerli basında çok fazla dönmeye başladı. Nedeni ise; bir hayali karakter, porno kraliçesi Cassie Wright'ın rekor denemesi ve bundan yararlanarak adlarını duyurma fırsatını yakalayan üç adamı konu alan Snuff (Ölüm Pornosu) isimli, 2008 çıkışlı kitabı. Kitabın Türkiye baskısında emeği olanları ise zor günler bekliyor gibi.

Chuck Palahniuk kitaplarını geçmişten bu güne çeviren kişi olan Funda Uncu ve yayınevi sahibi Hasan Basri Çıplak hakkında "müstehcen yayınların yayınlanmasına aracılık etmek" suçundan 6 ay ila 3 yıl arası hapis istemiyle dava açıldı.

Başları dertte anlayacağınız. Bundan böyle, benzeri eserleri çevirmeye ve basmaya çalışanlar iki hatta üç kez düşünmeli mesajı gayet güzel verilmiş.

Para ile satılan, yani alıp-almama konusunda irade sahibi kişinin sorumlu olduğu bir konuda; yine büyüklerimiz bizleri korumayı uygun görmüşler. Biz gerizekalılar ne alıp almayacağımıza karar veremediğimiz için yerinde bir karar olmuş.

T.C. Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu'na teşekkürler. Çocuklar hep bu kitabı kovalıyordu alsak da bir kaç ayıp şey öğrenip arkadaşlara hava atsak diye.

Muzır Kurulu mu her neyse onun, hazırladığı raporda çok "acıklı" noktalar var gerçekten. Hepsine burada değinmiyorum. Daha ne kitaplar var bir görseniz. İşin komik yanı, Muzır Kurulu denen yapı Türkiye'de yokken, kadına şiddet ve cinsel suçlar ülkemizde çok daha az sayıdaydı. Günümüzde Muzır Kurulu var lakin suç sayısında abartılı bir artış var. Demek ki yayınlar böyle incelenmemeliymiş. Diğer yanda RTÜK tabii ki, ona da değineceğiz.

Yine aynı ülkede, 18+ şeklinde ekran girerler bazı dizi ve filmlerin başında. Şiddet-örnek olmayacak davranışlar vs. de yazar lakin dizide-filmde ne kan görünür ne de bir organ. Neden 18+ simgesi var bilinmez. Ayrıca bunu izleyen de izlemeyen de seçimini kendisi yapmıştır aslında. Kimsenin televizyonu 18+ yayınlarda kendini otomatikman o kanala çevirip sabitlemez. Yine de biz gerizekalıları bunlardan korudukları için teşekkür etmemiz gerekiyor.

Umarım bu konuda davalar ile karşılaşan kişiler haklarını sonuna kadar ararlar. Gerçi tazminat alsan ne yapacaksın bu kararı verenlerden... Yine de Hasan Basri Çıplak konusunda umutsuzum, soyadı Muzır Kurulu'na takılabilir :/

Büyük Ev Ablukada @ Eskişehir - 3 Nisan 2011

2011/03/30



Mekan: Yunus Emre Kampüsü içindeki Sinema Anadolu, bilet fiyatı 20 TL. Biletleri Sinema Anadolu gişesinden ya da Adalar'daki İnsalcıl Kitabevi'nden edinebiliyoruz.

One Mean Holiday Ballad

2011/02/04


Son aramızı verdik okuldaki, kışlaya yaklaştıkça tansiyon artıyor haliyle. Bir yandan iş görüşmesi yapılan şirketler için hazırlanan deneme projeleri, diğer yandan körelmeye doğru giden İspanyolcanın tekrar belinin doğrultulması derken nasıl geçti anlamadık Eylül-Şubat maratonu. Bahsi geçen işleri rayına oturtmak ne kadar zor olsa da bir o kadar zevkliydi. Uğraştıkça daha fazla tat aldığım pek fazla şey hatırlamıyorum bunun gibi...

On gün civarı bir tatil armağan ettik kendimize şimdi de. Öncelikleri değerlendirmek için de son şansımız olacak artık. Sadece ben değil, benim durumumdaki pek çok kişi bu halde. Bu kadar yıl sadece şu an için eğitiliyoruz fakat karar için çokça duraksıyoruz her şeye rağmen. Okul dönemindeyken sürekli mezuniyet sonrası yapmayı düşündüğüm iş için yatırım yapmış olsam dahi halen kararsızım. Başka bir alana kaysam mı, yüksek lisans olayına girsem mi... sürekli aklıma takılan sorular. Başkasının fikirlerini duymak da yardım etmiyor kesinlikle, etraftaki herkes gerçek olamayacağını bildikleri şeyleri kovalıyorlar. Ecnebinin chasing the ghost olayı. Hayal kurmak iyi lakin dünya biraz daha farklı dönüyor okul dışına çıkınca.

Yazıyı okuyacak 18-21 yaş kesimi varsa şu sözümü iyi yerleştirin aklınıza; staj yapın, sürekli çalışın. Yaz tatilleri deniz, kum, güneş olmasın. Tamam bir ve ikinci sınıf kabul edilebilir ama sonrasında kocaman üç ayın, fazladan tatil olarak değerlendirdiğiniz her günü, size eksi olarak dönecek. Campus Jobbing, staj, yaz işleri... o kadar çok fırsat var ki değerlendirebileceğiniz, çıkınca kafanızı vurmayın sonra. Şu sıralar neredeyse tüm büyük şirketler staj duyurularını yayınlamış durumda, tahminimce şubat sonu-mart başına kadar son başvurularını almaktalar. Kariyer sitelerini takip edip, firma web sayfasından bulabileceğiniz İnsan Kaynakları birimine CV'nizi faks ya da mail bir şekilde ulaştırın. 10-15 günlük bir çalışmada dahi hayatınızı değiştirecek bir olayla karşılaşabilirsiniz. Son sınıfta okuyup "krediler nasıl derecelendiriliyor?" sorusunu soran bir ekonomi veya işletme öğrencisi olmazsınız böylece. Gerçi o çok başka bir yazının konusu olur; bizim jenerasyonun olayları ne kadar ciddiye aldığı gibi.

Neyse, bu kadar saçmalık yeterli sanırım.

Tatil dediğin böyle bir şey değildir aslında, kafayı boşaltmak yerine doldurma amaçlı oldu bizimkisi. Buna benzer zamanların içinde olan herkese kolaylıklar diliyorum.

Şöyle Oldu Böyle Oldu - 15

2011/01/06


Son yazımın üzerinden altı ay kadar geçmiş. Dönüşü en sevdiğim seriyle yapmak istiyorum ve şekil gözetmeksizin yazdığımız bir "Şöyle Oldu Böyle Oldu" yazısına daha giriş yapıyorum. Bu arada blog görünümünü de değiştirmiş bulunuyoruz. Görüşlerinizi yorum kısmına iliştirebilirsiniz.

* İspanya olayı tam bir fiyasko oldu. Şubat civarı dönmemiz gereken yerden, Eylül ortası döndük. Yaşasın Türk bürokrasisinin yavaşlığı ve İspanyol bürokrasisinin über yavaşlığı.

* Okul bitmek üzere, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Sana geliyorum kışla, sana geliyorum ofis.

* Dicle de yazmamış ben yazmazken. Onu da suçlayın.

* "Soda + elma suyu --> Arjantin Bardak" teorisi geri döndü. Hem de kış ortasında.

* Eskişehir çok soğuk. On dakika yürüyünce kulaklar donuyor. Neden bere takmıyoruz, çünkü saçımız bozuluyor arkadaşım.

* Komedi Dükkanı dünyanın en gereksiz, en saçma, en mierda programı.

* Beyaz Show halen yayında. Evet biliyorum siz de çok şaşırıyorsunuz.

* 2011'den neler bekliyorsunuz gibi bir soru sordular bana doktorlarda gezinirken yerel televizyon için; "beyaz tenli ve siyah saçlı biri olsa hiç fena olmaz" demiştim. Halen cevabımı televizyonda yayınlamadılar aşk olsun. Kaçırmışsam da bana aşk olsun.

* Erdek'i özledim. bildiğin özledim. Bu yıl tatil yapamadım belki de ondandır. Seni çok daha iyi anlamaya başladım çalışan insan.

* TnK çok iyi bir grup olma yolunda emin adımlarla ilerliyor.

* Revolters bir Türkiye turnesine çıksa mesela, Bahar Şenlikleri öncesi şöyle...

* Galatasaray Culio diye birini almış. Molly beklemede, Yumurcak Tv panikteymiş.

* Tramvay pahalı. Bir şeyler yapsınlar şunun için.

* Gondollarla ulaşım başlamış galiba Eskişehir'de. Porsuk donsa...

* Beer Park diye bir mekan var güzel olmuş.

* Ne güzel bir kitaptın Timbuktu.

* Yeni yazar alımından sonra sözlük çok bozuldu (geleneği bozmayalım).

Eyyorlamam bu kadar. Bir "Şöyle Oldu Böyle Oldu" yazımızın daha sonuna geldik. Blog artık işleyecek. Bu kadar uzun bir ara vermek durumunda kaldığımız için özür dileriz.

Rubinacci Efsanesi

2010/08/13



Kuşaktan kuşağa devreden Napoli merkezli dikimevi Rubinacci, bir erkeğin aklında tam olarak yer eden kıyafetleri çıkarıyor ortaya. Varis Rubinacci Luca da bunları günlük hayatta sergileyen mobil manken edasında... -Fotoğraflara tıklayarak orijinal hallerini görebilirsiniz-



Ayakkabılara ve hardal rengi kravata dikkat!

****

Fotoğraflar için The Sartorialist, copyrighted.

Şöyle Oldu Böyle Oldu - 14

2010/07/29


Blog, tarihinin en sessiz zamanlarını yaşıyor şu aralar. Dicle'nin harika okul performansından sonraki haklı tatili, benim de okul ve İspanya hazırlıklarım arasında bu tarafa hiç zaman kalmadı.

Olan bitenleri, yine şekil kaygısı gözetmeden yazdığımız bir şöyle oldu böyle oldu yazısıyla verelim dedik. Öyleyse başlayalım...

Mailler geliyor, film-müzik-kitap bloguydunuz neler oldu da durdunuz, malzeme mi bitti?

Hayır tabii ki. Bu konuda malzeme biter mi? Blogu tek başıma götürdüğüm zamanlar Balkanlar'dan Kuzey Amerika'ya kadar gitmiştik müzik konusunda, biraz rahatladığımız zaman geri döneceğiz hepsine.

Bazı bloglarda yorum attığımı görüp spora da yer vermemizi isteyen bir arkadaşımız oldu mail yoluyla, bu blogun içine girmeyecek bir konu olarak kalacaktır spor. Ayda yılda bir atılır belki. Başka bir blogda yazmayı düşünüyorum spor konusunda, konuşulur bu şeyler.

Yazarlarımız neler yapıyor peki?

Dicle'nin okulunun bir bölümü bitti, diğer ana dalını halletmekte ve iş hayatına da bulaşmış durumda. Ben zor görüyorum ki bloga uğramaması hayli olağan...

Bende de durumlar farklı değil gibi, Eylül başı Türkiye'den çıkıyorum. Minimum 6 ay dışarıdayım görünen o ki. Bir yandan telaş diğer yandan garip bir heyecan. Neyse, gidince bunları yazıcam zaten.

Inception'ı kaçırmayın.

Slash'in yeni albümünü halen dinlemeyenler cennete gidemiyormuş.

Chris Cornell ve Slash iş birliği "Promise", baba olunduğunda kulaklarda yankılanacak bir şarkı olarak girmiştir artık hafızaya. Çocuk da artık bir şeyleri idrak edebilecek yaşa geldiğinde dinler dinler, konuşulanları hatırlar.

Evet, ek$i çok bozuldu, sistem kendi kendini tamir edecektir her zaman yaptığı gibi.

Tombstone'u tekrar izledim bu sabah, halen Wyatt Earp'den çok daha iyi bir film olduğunu iddia ediyorum.

Arjantin bardakta elma suyu-soda karışımı geri döndü! Tek başına en iyi kahvaltı.

Haftasonu altın vuruş yapıyoruz; The Girl Next Door, Dazed and Confused, White Men Can't Jump ve Fast Times at Ridgemont High filmleri elimizde. Çok eğlenceli olacak.

Hayır bir daha My Sassy Girl izlemiyoruz. Mesaj alınmıştır umarım.

Geri dön, geri dön!

2010/05/27


Bir şekilde geri dönsün Lauren Cohan, diziyi yeniden çekin gerekirse ne biliyim.