Uyarı!

Bu blogda sinema, kitap ve müzik ile ilgili yazılar bulabileceğiniz gibi; deli saçması üretimlerimizle de karşılaşabilirsiniz.

Yazarlar

Son 10 Yılın En İyi Yabancı Albümleri

2009/12/31


Yine subjektif bir liste, son 10 yılın en iyi albümlerini sıralayalım.

1.Iron Maiden - The Dance of Death

2. Sentenced - Crimson

3. Morrissey - You Are The Quarry

4. Rufus Wainwright - Poses

5. The White Stripes - Elephant

6. Red Hot Chili Peppers - Californication

7. The Mars Volta - Amputechture

8. Rammstein - Mutter

9. Sigur Ros - Agaetis Byrjun

10. Pj Harvey - Stories From the City, Stories From the Sea

11. Nick Cave and The Bad Seeds - No More Shall We Part

12. Bruce Springsteen - Magic

13. Tiamat - Prey

14. Gorillaz - Demon Days

15. The White Stripes - White Blood Cells

16. Incubus - Light Grenades

17. Nine Inch Nails - Ghosts I-IV

18. Travis - The Invisible Band

19. Sigur Ros - Takk

20. Audioslave - Audioslave

21. AC/DC - Black Ice

22. Radiohead - Kid A

23. The Mars Volta - De Loused in the Comatorium

24. Morrissey - Years of Refusal

25. Interpol - Our Love to Admire

Son 10 Yılın En İyi Yabancı Filmleri


Şu günlerde bloglarda sıklıkla gördüğümüz bir listeye ben de bir alternatifle katılıyorum. 2000 yılından günümüze dek vizyona girmiş en iyi 10 filmi sıralıyorum. Tamamen subjektif bir liste olduğunu da belirtiyim.

1- Lord of The Rings : Return of the King

2- The Fountain

3- Das Leben Der Anderen

4- 25th Hour

5- El Laberinto del Fauno

6- The Lord of the Rings : The Two Towers

7- The Departed

8- The Lord of the Rings : The Fellowship of the Ring

9- V for Vendetta

10- The Prestige

11- Gran Torino

12- The Assasination of Jesse James by the Coward Robert Ford

13- Memento

14- The Dark Knight

15- Oldboy

16- El Espinazo del Diablo

17- Bin-Jip (3-Iron)

18- Spirited Away

19- Donnie Darko

20- Valkyrie

21- Things We Lost in the Fire

22- El Orfanato

23- Eastern Promises

24- WALL-E

25- Sweeney Todd : The Demon Barber of the Fleet Street

Law Abiding Citizen, daha iyi bir finale sahip olsaydı kesinlikle ilk beşte yer alırdı diyerek bitiriyorum.

Eric Clapton & Steve Winwood, Konser Detayları

2009/12/23


13 Haziran 2010 tarihli konserin detayları belli oldu. Bilet fiyatları 99 TL (indirimli, kısa bir süre için) ile 370 TL (sahne önü) arası değişmekte. Mekan Santralİstanbul. Detaylar için biletix.

Mustafa Fehmi Kubilay


Yine bir 23 Aralık günü, borçlu olduğumuz kişileri unutmamak dileğiyle...

Şöyle Oldu Böyle Oldu - 12

2009/12/22


Eskiden yazdıklarımıza göz atarken, uzun zamandır "Şöyle Olmuş Böyle Olmuş" eklemesi yapmadığımızı gördüm. Kişisel olarak yazmaktan en çok zevk aldığım seridir bu. Bildiğiniz üzere yazıda biçim, imla kuralı gibi değerlerin gözetilmediği yegane birikintilerdir bunlar.

Her şeyden bahsediyoruz bu yazılarda, öyleyse şehrimizden başlayalım. Kar bekliyoruz uzun zamandır, her sabah uyandığımızda yaptığımız ilk iş oldu artık perdeyi aralayıp tek göz kapalı şekilde camdan dışarıya bakmak. Alıştığımız üzere de hüsrandır sonuç. Yağmurdan ise epey nasiplendik bu yıl. Havaya niye bu kadar takılıyorsun ki derseniz, siz hiç onlarca hatta belki de yüz kişiyle kar topu savaşı yaptınız mı derim, dakikalar öncesinde ışıl ışıl olan sokaklar tam anlamıyla Felluce'ye dönüyor. İnsan kafasını sağa sola çevirmekten paranoyak modunda geziyor bir kaç gün takiben. Anlattığım şeyi daha iyi anlayabilmek için futbol ile ilgili kişilere tavsiyem Sabri Sarıoğlu'nun saniye aralıklarla omuz üzerinden arkasına bakma hareketini hatırlatırım, boşluğu dolduracaktır. İşin özü, kar yağmalı...

Bir diğer konu da Morrissey'in son albümü Swords'ün ne kadar harika olduğu. Geçmiş albümlerde bulunan bazı "b yüzü şarkıları"nın oluşturduğu albümde en öne çıkan şarkı -bence- "Never Played Symphonies", en azından şimdilik. Albüm döndükçe değişir mi bilinmez, "Shame is the Name" en yakın rakibi.

Arşivimi kurcalarken Western filmlerin eksikliğini farkettim, kült westernlere sahibim fakat listeyi kabartmak hiç fena olmayacaktır. Mail veya yorum yardımcı olur bu konuda diye düşünmekteyim.

Bazı diziler çok konuşuluyor şu günlerde. Herkesin dilinde Six Feet Under, Oz ve Carnivale gibi dizilerin hangi saatte olursa olsun tekrar yayınlanması konusu var. Bu kadar istek varken görmezden gelinmesi de bir acaip gerçekten. Gerçi Sıdıka dizisinin DVD seti çıkmalı diyen ve hatta bunu yapımcılarla iletişime geçecek kadar ileri götürmelerine rağmen sonuç alamayan bir kitle de mevcut. Zaten Kaan Ertem'in "Moğollar geri dönsün"ü dışında başarılı olmuş bir kampanya da hatırlamıyorum bu tarzda. Neyse, bahsedilen dizilerden bazılarının DVD setleri ulaşılabilir durumda, isteyen başka şekillerde de edinebiliyor tabii.

Şimdilik bu kadar, bir Şöyle Oldu Böyle Oldu da bu şekilde sonlanıyor.

Rammstein, Slayer, Iggy Pop @ İstanbul, Haziran 2010

2009/12/15


Üç konser haberi daha. Haziran ayı sonunda Sonisphere kapsamında Rammstein, Slayer ve Iggy Pop'ı da ağırlayacak ülkemiz. İnanılmaz olacak bu festival.

Gagarin Sokağı

2009/12/14



İstanbul Halk Tiyatrosu'nın yeni oyunlarından Gagarin Sokağı adlı oyununun orjinali İskoç yazar Gregory Burke tarafından yazılmış olup, Mehmet Ergen tarafından da Türkçe'ye çevrilmiş ve İstanbul Halk Tiyatrosu oyuncuları tarafından 2009-2010 sezoununda sahnelenmeye başlanmıştır.


Tek perdelik bu oyun tek bir sahne dizaynıyla yaklaşık 80 dakika sürüyor. Oyun, İskoçya’nın fakir sanayi bölgelerindeki bir fabrikada geçiyor ve o fabrikada çalışan iki işçinin siyasi bir eylem gerçekleştirmek amacıyla, fabrikayı teftişe geleceğini tahmin ettikleri birini rehin aldıklarında aralarında geçen ekonomik ve komunist/kapitalist konular ağarlıklı diyaloglarını içeriyor. Dekor ve sahnelenme bakımında oldukça sade olan oyun, konu ve repliklerin ağarlığı ile dengeleniyor. Konuyu ve replikleri anlamaya uğraşan izleyicinin dekora dikkat etmeye pek zamanı kalmıyor. Sahnede dikkat çeken tek şey, dekorun üzerinde bulunan iç içe geçmiş çekiç/orak figürü oluyor.


Oyun boyunca Yıldıray Şahinler, Levent Üzümcü, Bahtiyar Engin ve Deniz Celiloğlu bütün oyunculuk yeteneklerini kullanıyor. Ancak, konu çok havada kalıyor ve espri olması amacıyla araya eklenen küfürler konuyu yumuşatmaya pek yeterli olmuyor. 90 sonrası dünyanın değişen küresel ekonomisine ağar eleştiriler savuran ve imgeler üzerinden pek çok dokundurma içeren oyun, sonlara doğru biraz izleyicisi sıkıyor.


Oyunculardan Yıldıray Şahinler ise oyun ile ilgili şöyle bir açıklama yapıyor: “Sıradan iki işçinin, çalıştıkları fabrikanın deposundan bütün dünyaya bir mesaj vermesi mümkün mü? Cevaplar olabileceğine inancımızı sürdürmemiz, bu düzeni değiştirmeyi hâlâ umut etmemiz mümkün mü? Nasıl? Bizim cevabımız evet ki ‘Gagarin Sokağı’nı yapıyoruz. ‘Nasıl? ’ sorusuna cevabı belki de ‘Nasıl yapılmaz? ’ üzerinden arayabiliriz dedik. ‘Gagarin Sokağı’ için belki şöyle diyebiliriz: Kendimizi de düzeni de tiye alarak, matrak geçerek yeni bir dünyaya inancımızı pekiştirmeye çalışıyoruz.

Ondskan

2009/12/11




İnsanın izlemekten sıkılmadığı filmler vardır. Kimisi Yüzüklerin Efendisi'ni onlarca kez izlemiş olmasına rağmen sanki ilk defa izliyormuşcasına oturur başına, keza Hababam Sınıfı da bu kategoride. Zevke göre Kemal Sunal, Şener Şen, Hugh Grant'in romantik komedileri vs. vs. örnekler çoğaltılabilir. Ondskan da bu kategoride yer alan filmlerden biri.

Erik Ponti, annesi ve üvey babası ile birlikte yaşayan bir gençtir. Sorunlu davranışları okuldan atılmasına neden olup dosyasını da karartınca, geleceğini belirleyecek son sınıf öncesi annesinin fedakar davranışıyla özel bir yatılı okula gönderilir. Bu hareketle Erik hem yeniden başlamak hem de pek çok sorunun kaynağı olan üvey babasından uzaklaşma şansını yakalar. Tek yapması gereken bir yıl boyunca beladan uzak durmak ve gereken notları alarak okulu bitirmektir.

Erik'in eğitim alacağı kurum olan Stjarnsberg, geleneklerine son derece bağlı, okul içi disiplin kural ve cezalarının üst sınıflarda okuyan öğrencilerce oluşturulmuş konsey tarafından sağlandığı bir yatılı okuldur. Okula geldiğinde Erik'i karşılayan ve son derece dost canlısı görünen konsey başkanı Otto Silverhielm ve arkadaşlarının uyguladığı geleneksel kurallar ortaya çıkmaya başladıkça işler kontrolden çıkacaktır. Stjarnsberg'deki hayatı biraz da olsa çekilir kılan dostu Pierre Tanguy ve kız arkadaşı Marja da ondan uzaklaştırılınca Erik, iyi bir çocuk olup şirinleri beklemekten vazgeçer.

Küçük bir bakışın ardından filmdeki oyunculuklara bakarsak, başrollerde 1981 doğumlu Andreas Wilson ve Silverhielm rolündeki 1980 doğumlu Gustaf Skarsgard döktürmekteler. Özellikle filmin finaline doğru oyunculuklar giderek iyileşiyor. Sonuç olarak kitaptan uyarlanan bu film kişisel arşivde bir yeri kesinlikle hak ediyor.

Iron Maiden?!


Sonisphere Festival dahilinde Iron Maiden Türkiye'ye uğrayabilir dedikodusu var, belki de Metallica'nın yerine. Kesin olan bir şey var ki bu iki efsaneden birini canlı olarak izleme fırsatı geçecek ele. Her türlü Iron Maiden'ı tercih ederim o ayrı. Durun atmayın o taşı...

Lady GaGa @ Kuruçeşme Arena, 15 Haziran 2010

2009/12/10


Konser haberleri yağmaya devam ediyor. 15 Haziran 2010 Salı gecesi Lady Gaga Kuruçeşme Arena'da olacak. Ayrıntılar sonra.

Edit: Konser iptal.

Eric Clapton @ Santralİstanbul, 13 Haziran 2010

2009/12/09


Konser haberleri yağıyor bugün. Eric Clapton, Steve Winwood ile birlikte 13 Haziran 2010 Pazar gecesi Santralİstanbul sahnesinde olacak. Detaylar netleşince yeni bir yazı gelecek.

Metallica Yeniden, Haziran 2010


Metallica 2010 yılı Haziran ayının sonlarına doğru tekrar uğrayacak ülkemize. Mekan ve tarih belli değil fakat ayın 25'inden sonra olacağı kesin gibi. Detaylar netleştikçe yazarız yeniden.

Okan Bayülgen Devrimi

2009/12/08


Devamsızlıktan kalırsam ya da programlarının ertesi günlerde tek gözüm açık derse girmek zorunda kaldığımdan bazı dersler boğazımı sıkarsa tek sebebidir Okan Bayülgen. Bundan şikayet ettiğim falan yok tabii ki, al eline kumandayı tek tuşla karart ekranı ve uyu.

Uzun yıllardır gözümüzün önünde Okan Bayülgen, telefonu milletin yüzüne kapattığı günlerden haftada üç geceyi kaplayan, özellikle pazar ve pazartesi geceleri tadından yenmeyen programlara imza attığı günlere geldik. Programa hakimiyeti "uçurduk!"dan "cahilliğimi bağışlayın ama bu nedir, ne değildir?" kıvamına geldi. Evlilik ve çocuk sahibi olmak onu daha da olgunlaştırdığı fikri yaygın olsa da; bu tavırların Flash TV'nin gün boyu, diğer kanalların da günün dörtte üçüne yaydığı absürd yayınlar ekolünün kışkırtmasıyla ortaya çıktığı aşikar. Arada bir yıl da kafa dinledi -en azından biz öyle sandık- dönüşüyle de işe koyuldu. NTV'deki program formatının aklındaki pek çok şey için fırsat yarattığı da görülüyor tabi. Yolun başında Beyazıt Öztürk, Cem Yılmaz gibi isimlerle karşılaştırıp "komedyen, çoook koomikk, şakacı" yakıştırması yapanlar da şimdi fok balığı gibi tavana bakıyorlardır sanırım durumun geldiği noktayı görünce.

Gelelim bu yazıyı yazma sebebi olan konuya... Bu gece yayınlanan programın konusu "pedofili". İnce bir çizgi üzerinde gidecek diye bekliyor insan, tek hatada ipin ucu kaçacak gibi. Program ilerledikçe de geriliyor televizyon başındaki güruh, dünyanın çivisi çıkmış arkadaş diyor kendi kendine, stüdyodaki konunun uzmanları duruma hakimiyetlerinden dolayı sakinler fakat Okan Bayülgen hepsinden daha sakin. Kontrolü kaybetmemesinin yanında ekstra hakimiyete geçiyor, telefon başında sesi titremeye ve hatta ağlamaya başlayan bir kadın izleyiciyi sakince susturarak hatta bekletiyor ki rahatlasın, kadın biraz daha iyi duruma geldiğinde de konuşmasına devam etmesine gerektiğinde sorularıyla yön vererek yardımcı oluyor. Büyük çaplı bir psikolojik destek veriyor bu gece. Dahası mı, telefonda uzun süredir tedavi aldığını ve artık maddi durumunun bu eylem için uygun olmadığını UTANA SIKILA belirten kişinin konuşmasını bölüp yüksek sesle size destek vereceğiz demek yerine rejiden stüdyonun sesini kapatmalarını isteyerek muhtemelen stüdyodaki konunun uzmanlarına akıl danışıyor. Doğrusunu yapıyor fakat yanlışa o kadar alıştırılmışız ki... Sonrası mı, pedofilinin işlendiği konuya pedofili suçu işlediği iddia edilen kişiyi diğer taraftan da bir ses duyurmak için yayına alıyor ve bu program gecenin bir yarısı başlıyor, programdaki akademisyen dersine yetişmek için uykusuz kalmak yerine son derece istekli sorun çözmeye çalışırken ekran başındaki bir kaç saat sonra işine okuluna gidecek bünyeler de program bitmesin istiyor.

Bu ülkede artık böyle programlar yapılıyor, miladı da Okan Bayülgen'in hafta sonu üçlemesi. Gerisi yayın yönetmenlerinin cesaretine kalmış, şu yayınları biraz daha erkene çekip daha fazla süre vermek veya daha fazla kişiye ulaşabilmek konusunda onların yardımı gerekiyor.

3. Palto Film Günleri - Program

2009/12/03


8 Aralık 2009, SALI

12:00 Departures - 15:00 İki Dil Bir Bavul - 18:00 Rumba - 21:00 Kıskanmak

9 Aralık 2009, ÇARŞAMBA

12:00 Man On Wire - 15:00 Nord - 18:00 Hunger - 21:00 Bornova Bornova

10 Aralık 2009, PERŞEMBE

12:00 İki Dil Bir Bavul - 15:00 Kıskanmak - 18:00 Departures - 21:00 Rumba

11 Aralık 2009, CUMA

12:00 Nord - 15:00 İki Dil Bir Bavul - 18:00 Bornova Bornova - 21:00 Man On Wire - 24:00 Hunger

12 Aralık 2009, CUMARTESİ

12:00 Rumba - 15:00 Bornova Bornova - 18:00 İki Dil Bir Bavul - 21:00 Departures

13 Aralık 2009, PAZAR

12:00 Nord - 15:00 Man On Wire - 18:00 Kıskanmak

Ayrıca 8 Aralık Salı günü, İki Dil Bir Bavul filminin yönetmenlerinden Özgür Doğan ile filmin hemen ardından bir söyleşi gerçekleştirilecek. Etkinliklerin tümü Sinema Anadolu ev sahipliğinde yapılırken biletlerinizi de sinema gişesinden istediğiniz zaman edebilirsiniz. Bilet işini hemen film öncesine bırakmak bazen can sıkıcı olabiliyor, bunu da belirtelim.


The Crying of Lot 49

2009/11/28


Postmodern edebiyatın en iyi örneklerinden biri olan Thomas Pynchon'un The Crying of Lot 49 adlı romanı, beyninde olay örgüsü oluşturmadan, karakter gelişimi beklemeden, ancak absürd temalara hazırlıklı olarak okunabilecek bir kitaptır. Kitabı altını çizecek cümle arayarak ya da bir ders çıkarmak amacıyla okumak bu kitabın doğasına ters kaçar. Çünkü kitabın ana karakteri dediğimiz Oedipa adlı kızın bırakın görsel olarak aklınızda tipini canlandırabilmeyi, yer yer cinsiyetinden bile şüphe edebilirsiniz.

Tersine ilerleyen bir dedektif hikayesi olan kitabın en büyük eleştirisi, yazarın en önemli sahnelerin hemen hemen hepsine bir televizyon eklemesiyle ortaya çıkmaktadır. Kitabın yazım yılı 1963'tür ki o zamanın Amerika'sını incelersek neden bu kadar televizyon kültürüne karşı yazıldığını anlayabiliriz.

Aslıdna kitap, çoğu okurun "kafa yorucu" ve "bunaltıcı" gibi etiketlemelerinin tam aksidir. Postmodern edebiyat okumasını bilene eğlenceli bir 2-3 saatlik zaman geçirtip, "Bu da böyle bir kitap demek ki!" dedirtebilen müthiş bir kitap, müthiş bir yazar...

Slavoj ZIZEK ve Udi ALONI konferansı

2009/11/17

Slavoj ZIZEK ve Udi ALONI, 3-4 Aralık 2009 tarihlerinde Boğaziçi Üniversitesinde POST-İDEOLOJİK DÜNYADA İDEOLOJİ başlıklı muhteşem bir konferansa katılacaklardır.






Konferans programı:

  • 3 Aralık 2009 Perşembe

    13:00 - 15:00 - Slavoj Zizek: 'Post-İdeolojik Dünyada İdeoloji: Hollywood'

    15:30 - 17:00 - Tartışma & Soru-Cevap

  • 4 Aralık 2009 Cuma

    10:00 - 12:00 - Film Gösterimi: Local Angel (Yerel Melek: 70 dak.). Yönetmen Udi Aloni ile soru & cevap

    14:00 - 16:30 - Film Gösterimi: Forgiveness (Bağışlama: 110 dak.). Yönetmen Udi Aloni ile soru & cevap

    17:00 - 18:30 - Slavoj Zizek ve Udi Aloni: Post-ideolojik Dünyada İdeoloji: İsrail-Filistin Sorunu

NOT: Konferans ücretsiz olmasına rağmen katılabilmek için rez@encoreistanbul.com adresine mail atarak rezervasyon yaptırmak gerekmektedir.

3. Palto Film Günleri - Filmler


Filmler açıklandı, geriye sadece programı açıklamak kaldı. O da yakındır diye düşünüyorum. Kulüp sağlam çalışıyor her zamanki gibi.

* Man on Wire

* İki Dil Bir Bavul

* Rumba

* Kıskanmak

* Hunger

* Nord

* Bornova Bornova

* Departures

Özellikle İki Dil Bir Bavul, Kıskanmak, Hunger, 2009 En İyi Yabancı Film Oscarlı Departures ve Nord kaçırılmamalı. Bornova Bornova'yı da çok merak ediyordum, şans geldi kapıya.

2012 - Yeni Bir Hayal Kırıklığı

2009/11/14


Olacak iş değil...

3. Palto Film Günleri

2009/11/13


Adını Rus yazar Gogol'un edebiyata kazandırdığı Palto romanından alan Palto Film Günleri'nin üçüncüsü 8 Aralık 2009'da ilk gösterimini yapıyor. Beş gün boyunca bağımsız sinemadan örneklerin Sinema Anadolu'da gösterimde olacağı etkinlik geçtiğimiz yıl olduğu gibi bu yıl da büyük ilgi çekecek gibi görünüyor. Programa önümüzdeki günlerde Kağıttan Ayakkabılar Blog ve Anadolu Üniversitesi Sinema Kulübü Facebook sayfasından ulaşabilirsiniz. Geçen yıl düzenlenen 2. Palto Film Günleri ile ilgili yazılarımıza da etkinlik konusunda fikir vermesi açısından aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz.




Beklenen Gün!

2009/11/12


Beklenen gün geldi. Bu yıl beklentilerin yüksek olduğu filmler arasında yer alan 2012, yarın (13 Kasım 2009 Cuma) vizyona giriyor. İzliyoruz, fakat yazısı vizeler nedeniyle ertelenebilir bir hafta kadar.

Kasım 10

2009/11/10


Yapmamız gerekip de yapmadığımız, söylememiz gerekip de söylemediğimiz her şey için senden özür dileriz. Huzur içinde yat atam, ne kadar rahatsız etmeye çalışsalar da...

Creed Geri Döndü!

2009/11/08


Creed üyeleri yeniden bir arada.

2004 yılı Nisan ayında resmen dağıldığı açıklanan ve sadece Amerika'da 26 milyondan fazla albüm satmış olan rock grubu Creed, 27 Ekim'de çıkan yeni albümleri Full Circle ile birlikte beş yıllık araya son veriyor. Aslında 2009 yılı Mayıs ayından beri bir dedikodudur gidiyordu grubun bir araya gelmesi konusunda ve dedikodular Ağustos ayında doğrulandı, belki de albümün biraz yol almasını bekledi üyeler açıklama için. Ardından Amerika'da gerçekleştirdikleri bir reunion turnesi ile tekrar selamladılar hayranlarını.

Yeni albüm Full Circle, vokalde Pearl Jam'den Eddie Vedder'ı andırması nedeniyle eleştiri alan Scott Stapp'in tarzının da biraz değiştiği ve Creed'in müzikal anlamda daha da olgunlaştığı bir albüm olarak dikkat çekiyor. Özellikle Bread of Shame ve On my Sleeve öne çıkan parçalar.

Geçmişte çoğunlukla vasatın biraz üzeri olarak nitelendirilen Creed, ikinci çağında nasıl yorumlanacak merakla bekliyoruz...

Bir 5 Kasım Hikayesi

2009/11/05


Kraliçe 1. Elizabeth 1603 yılında ölene dek sürekli onun baskısı altında yaşamış olan İngiliz katolikler, varisi 1. James'in inançlarına karşı daha toleranslı olacağını düşünürler çünkü James'in annesi de bir katoliktir. Fakat olaylar katoliklerin dilediği gibi gelişmemiş, 1. James sorunun sadece şiddetle çözüleceği fikrini benimsemiştir. Çok sayıda katolik katledilir (Kral 1. James'in katolik olduğu halde tüm bunlara izin verdiğini belirten bilgiler mevcut olmakla birlikte kendisinin katolik olduğunu ortaya koyan net bir bilgi yoktur).

İngiliz Katolikler de buna karşı Robert Catesby önderliğinde gruplaşırlar. Planları Parlamento binasını havaya uçurmak, böylece katoliklere hayatı zindan eden Kral 1. James ve parlamento üyelerini öldürmektir. Planlarını gerçekleştirmek üzere 36 fıçı barutu Lordlar Kamarası'nın kilerine yerleştirirler.

Tekrar düşündüklerinde hareketlerinden masum sivillerin hatta katoliklere yardım eden kişilerin dahi zarar göreceğinin farkına varırlar. Eylemci grubun içindeki bir kaç kişi, isimsiz mektuplar aracılığıyla dost isimleri 5 Kasım günü parlamentodan uzak durmaya çağırırlar.

Mektuplardan biri Kral 1. James'e yakın kişilerin eline geçer ve eylemcilerin planının bozulması amacıyla derhal harekete geçilir. 1605 yılı 5 Kasım gününün erken saatlerinde, fitili ateşlemekle görevli olan Guy Fawkes Lordlar Kamarası kilerinde ele geçirilir, işkence edilerek öldürülür ve parçaları ülkenin dört bir yanına dağıtılır. Bu şekilde yakalanması Fawkes'un adını hareketle bağdaşlaştırır. Devrim hareketinin simgesi haline gelmiştir.

Fawkes başarılı olsaydı şu an katolik bir İngiltere ile karşı karşıya olabilirdik. Din üzerinden gelişen fakat parlamenter sisteme karşı bir eyleme dönüşen bu hareketin başarısız oluşu belki de pek çok dengeyi değiştirdi. Sadece tarih kitaplarında anacağımız bir sistem haline dönüşecekti belki de parlamenter sistem...

Tüm bu olayların ardından her yıl 5 Kasım günü, Kralın ve Krallık makamının güvende oluşunun kutlandığı, onlara sadakatin sunulduğu gün haline gelir. Ülkenin her yanında Fawkes maketlerinin yakılması, havai fişekler ve bol gürültü ile kutlanan bu gece, Bonfire Night adını almış, pek çokları için yeni neslin türlü şaklabanlıklar yaptığı zaman dilimi olarak kabul ettikleri bir günden öteye gidememiştir.

You May Call Me V


V for Vendetta

Remeber remember the 5th of November…

4 Kasım gecesi, saatler 12’yi geçip gün 5 Kasım’a dönünce bu filmi izleyenler bir değişik hissedecektir. Çünkü bir 5 Kasım gününü o duygular ile geçirenler asla ama alsa eskisi gibi olamayacaktır.

Pek çok şeyi eleştiren ve tek bir açıdan alınıp yorum yapılamayacak olan V for Vendetta, izleyicilerin aklına 5 Kasım gününü duvarlara kazınan V işareti gibi isyanın/umudun/haykırmanın/korkmamanın aslında korkulmaması gereken şeyler olduğunu kazımaktadır. Ancak, günümüz şartlarında bu mümkün değildir. Sokaklarda herkese şüpheci yaklaşıp, her telefonda konuştuğumuza/konuştuğumuz konuya, her hareketimize/bakşımıza, her yazdığımıza/okuduğumuza ve ya desteklediğimize/savunduğumuza çok ama çok dikkat etmemiz gereken bir zamanda yaşıyoruz. Filmin savunduğu gibi devletin halkında korkması gereken bir durumun aksine korku ve süpheyle ümitsizce yaşıyoruz. Bu nedenle, 5 Kasım gününü bu filmin etkisinde yaşamak lazım. Böyle geçirilen bir 5 Kasım’ın ardından geriye dönüş yoktur. Unutmayalım, korkularımızın esiri olmadığımız an özgürleşiriz.

Gün içinde bir yazı daha gelecek konunun detayları ile ilgili.

Ünlü replikle bitirelim,

Voila! in view, a humble vaudevillian veteran, cast vicariously as both victim and villain by the vicissitudes of fate. This visage, no mere veneer of vanity, is it vestige of the vox populi, now vacant, vanished. However, this valorous visitation of a by-gone vexation, stands vivified, and has vowed to vanquish these venal and virulent vermin vanguarding vice and vouchsafing the violently vicious and voracious violation of volition. The only verdict is vengeance; a vendetta, held as a votive, not in vain, for the value and veracity of such shall one day vindicate the vigilant and the virtuous. Verily, this vichyssoise of verbiage veers most verbose so let me simply add that it's my very good honor to meet you, and you may call me V.



U2 İstanbul Konseri Biletleri Satışta

2009/11/02


6 Eylül 2010 tarihli U2 konserinin biletleri bugün (2 Kasım 2009) satışa çıkmış durumda. İstanbul Atatürk Olimpiyat Stadında sahneye çıkacak grubu izlemenin bedeli 50 TL ile 550 TL arasında değişmekte. 550 TL'lik Red Zone biletleri ise ilk günden tükenmiş durumda. Yedi kategori ve bir de Red Zone olarak bölmüşler stadı bilet konusunda. Yedinci kategori sahneye en uzak kısım.

Sahnenin dönerek tüm stada hükmedebileceği gibi tasarlandığı ve sahne hazırlıklarının bir hafta önceden başlayacağı konser ayrıca bir rekor denemesine de sahne olacak. Tek günde en yüksek seyirci çekme potansiyelli mekan seçilmiş durumda ve yanılmıyorsam 90.000'in üzerinde seyirci çekilebildiği takdirde rekor İstanbul'a geçmiş olacak. Tek şehirde en çok izleyici rekoru ise grubun Fransa'da üç gün art arda Stade de France'da verdiği konserler sonucu 270.000 kişi.

Şimdi tüm bunları yazınca Facebook'daki bir milyon üyeli grup kurucuları gibi hissettim kendimi. Tüm arkadaş listenizi davet edin falan. Neyse, biletler satışta efendim.


TRT Saçmalıkları vol. 39656

2009/11/01


Biraz konu dışında yazıyorum bugün. Bir süredir dikkatimi çikiyordu TRT'de yayınlanan para ödüllü yarışmalar.

Bir bilgi yarışmasında yanılmıyorsam 150.000 TL verdiler ve her gün de saçma sapan, mizahtan kilometrelerce uzak ne olduğu belirsiz bir programda para ödülü dağıtıyorlar. Cep telefonlarından aldığımız mp3 çalarlara, otomobillere ve hatta küçük teknelere kadar kesilen TRT vergisinin tahmin edilen dağılımı şu şekilde,

Cep telefonlarından 100 milyon euro,
Kara taşıtlarından 50 milyon euro,
Mp3 çalarlardan 10 milyon euro,
Yat ve uçaklardan 400 bin euro,
Diğerleri 20 milyon euro.

Bunlar kuruma devletin her yıl ayırdığı ve yıl içinde de ekstra çıkardığı ödeneklerden bağımsız olan gelirler. Cebimizden 180 milyon euro'yu aşan paralar kuruma gidiyor, reklam gelirleri hariç.

Sonraları da vatandaşın cebinden çıkan ile ödüllü yarışmalar çekilip bol bol "ödül" dağıtılıyor vatandaşa. TRT özel bir televizyon değil. O kuruma giren her kuruşun hesabı verilmeli, "şuraya bu kadar harcadık, teknolojiye ayak uydurmak için bu kadar harcama yaptık" gibi ama mümkün değil tabi. İspanya Basketbol Ligi, Bundesliga, Formula 1 gibi yayınları almaları şaşkınlıkla ve sevinçle karşılanmıştı ancak görüyoruz ki aslında evimizden iki-üç decoder parası zaten çıkıyormuş her yıl. Şimdi de hangi ürüne ödediğimiz tutarın ne kısmı kuruma gidiyor değişik örneklere bir bakalım bakalım,

%8 Alınan Ürünler

* Cep telefonu, ışıldak, saat, kulaklık, fotoğraf makinesi, adımsayar, kalem, banyo sistemleri, koşu bandı, navigasyon cihazı, buzdolabı, internet radyo cihazı, DVD/VCD Oynatıcılar

%16 Alınan Ürünler

* Mp3 ve Mp4 çalar, TV ve FM kartları, uydu cihazları, ev sinema sistemleri.

Yazıyı yazarken tek bir kaynağa bağlı kalmadım. Ülkenin kutuplarının takip ettiği iki yayın organını kullandım özellikle, Hürriyet ve Haber 7. Eminim ki bu haber de kıyıda köşede kalmış, bazı yazarların köşesinde tek gününü ayırmasından öteye de gitmemiştir. Alıştık yahu kazıklanmaya.

Eskfest'de Öne Çıkan İsimler - Adrian Belew Power Trio

2009/10/28


Dahi gitarist Adrian Belew 2006 yılında kurduğu Power Trio'suyla Eskfest 2009'un konuğu oluyor.

Davulda Eric Slick ve bas gitarda Julie Slick ile birlikte dünyayı dolaşan King Crimson gitaristi Adrian Belew aynı zamanda çok iyi bir vokalist olduğunu King Crimson'ın 1981 tarihli Discipline albumuyle de kanıtlamıştır. Solo çalışmaları da bulunan ünlü gitarist ayrıca Frank Zappa, NIN ve Danny Carey ile de pek çok kez aynı sahneyi paylaşmıştır.

Bilet fiyatları tam 12 TL, öğrenci 6 TL. Kasım ayı başında biletler tükenmiş olacaktır muhtemelen.

Eskfest 2009 kapsamında 12 Kasım Perşembe gecesi 21:15'de Anadolu Üniversitesi Spor Salonunda çalacak grup -vize haftasına rağmen- kaçırılmamalı. 13 Kasım gecesi İstanbul Ghetto'da sahne alacaklarını da ekleyelim. Orada fiyatlar tam 45 TL, öğrenci 35 TL. Biletler Biletix.

Aptallık Çağı (The Age of Stupid)




' Why didn't we save ourselves when we had the chance? '

Küresel ısınmanın sonucu olarak iklim değişikliklerini konu alan belgesel film, durumun ciddeyetini anlamak açısından herkesin mutlaka görmesini gerektirmektedir. Gün geçtikçe durum dahada ciddileşmektedir ve insanlar duyarlı olma bilincini kazanmadığı sürece de durum daha ciddi bir hale gelecektir.

Filmde belirli bir kaç markaya çok fazla dikkat çekilmesi kısmen rahatsız etmektedir. Çünkü bir kaç şirket ya da belirli kişiler doğanın bu hale gelmesinden sorumlu değildir. Dünya üzerinde yaşayan ve tüketimin bir parçası olan her bir birey durumu bu hale getirmiştir.

Yapmamız gereken, en hızlı şekilde tüketicilikten çıkıp korumacı olmaktır.

Suretler (Surrogates)





' How do you save humanity when the only thing that's real is you? '


Sene 2017 olmuş, insanlar sokaklardan yok olmuş. Var olan tek şey sokaklarda yürüyen robot suretlere dönüşmüş.


Suretler filmi, bu teknelojik gelişme hızıyla 2017 gibi yakın bir tarihte insanların yerini robotlar alacağını, insanların evlerinden çıkmadan istedikleri şekillere ve hatlara sahip suretleriyle hayatlarını yaşayacağını ortaya koymaktadır.


Sanal ortamdan sohbetler, alışveriş, iş takibi, banka işlemleri, kütüphane ve database işlemleri gibi pek çok aktivitenin giderilebiliyor olması günümüzde insanları evlere kapanmaya yönlendiren bir durumdur. Bu durumu eleştirmekte olan film, konu olarak çok güzeldir. Eleştirmek istediği konuyu açık ve net bir şekilde ortaya koymakta hatta eleştirisinin içine yapaylığa karşı da bir eleştiri eklemektedir. Ancak, filmin mutlu sonla bitmesi anlatılmaya çalışan durumun ciddiyetine gölge düşürmektedir. Yine de, işlenen konunun güzelliği için izlenebilir.

Downloading Nancy



How late is too late?


Gün gelir, hayat istediklerini vermez sana. Beklemeye alırsın kendini. Ancak, zaman uzadıkça sabrın ve umutların tükenir. İşte o anda 'kayıp insan' olursun. Yitiksindir artık. Hayatın getireceklerini beklemeye kendini mecbur etmiş insan olursun. Ve gün gelir kaybolursun.



Downloading Nancy işte aynen böyle bir film. Film, herkesin içinde gizli olan kayıplık duygusundan oluşan hastalığı çok iyi işliyor. Kayıplık duygusu bir anda gelmez insana. Dereceleri vardır. Öncelikle köşeye çekilme başlar. Daha sonra kendi kendine zarar verme gelir. En son noktayı ise intihar koyar. Peki ama bu duruma nasıl gelinir?



Filmin baş karakteri yitik ev kadını Nancy, kendine ve çevresine gün geçtikçe yabancılaşmaktadır. Çocukluğunu yaşayamamış Nancy'nin çocukça ihtiyaçlarını gereksiz bulan yüksek egolu, kendine düşkün kocası Albert ise Nancy'yi gün geçtikçe dahada çok bir ev eşyası gibi görmektedir. İntihar edemeyen onun yerine bir katil kiralayan Nancy, sessizce bir köşede kendine acı vererek yaşadığı hayattan yine sessizce çeker gider. Geride bıraktığı çok ufak simgeler aradan bir yıl geçince Albert'i Nancy'nin yabancılaşmış haline çevirmektedir.



Boşver diyip geçmemeyi öğreten bu film, etrafımızda yitik olmaya müsait insanların günbegün yok olabileceklerinin farkına varmamız gerektiğini çok açık hatta rahatsız edici, vicdan muhasebesi yaptırıcı şekilde sunmaktadır. Kısa bir söz, ufak bir mimik ya da küçük bir jest bu insanaların sona sürüklenmelerine engel olabilir. Önemli olan bizlere gönderdikleri işaretleri görebilmektir.

The Crow

2009/10/26


"If the people we love are stolen from us, the way to have them live on is to never stop loving them. Buildings burn, people die but real love is forever."

Eskfest'de Öne Çıkan İsimler - Melodias Epicas


Eskfest yaklaşıyor. 7-15 Kasım tarihleri arasında gerçekleşecek festival pek çok ismi konuk edecek. Bu isimlerden bazılarından bahsetmek istiyorum sizlere.

Festivalin ikinci günü, 8 Kasım 2009, 18:45'de Anadolu Üniversitesi Spor Salonunda sahneye çıkacak Melodias Epicas bunlardan ilki. Vokalde Şebnem Ünal ve piyanoda Renan Koen'in liderliğindeki grup topraklarımız üzerindeki farklı etnik kültürlerin, hatta geçmiş uygarlıkların da izlerini taşıyan tınıları araştırmakla meşgul. Her konserlerinde farklı temalar kullanan grubun Eskfest'de kullanacağı tema ise Ortaçağ'dan Klasik Döneme Eşzamanlı Duyuşlar adını taşıyor. Grup halk ezgilerinden Osmanlı müziğine ve çağdaş bestecilere kadar geniş yelpazeli bir repertuara sahip. Klasik kemençe, gitar ve perküsyon da vokal ve piyanoya eşlik eden enstrümanlar arasında. Yazının sonundaki linkten grubun Myspace sayfasını ziyaret edebilirsiniz.

Bilet fiyatları tam 12 TL, öğrenci ise 6 TL.

Grubu 8 Kasım 2009 18:45'de A.Ü. Spor Salonunda dinleyebilirsiniz.

Drag Me to Hell

2009/10/25


Christine Brown'ın iyi bir işi ve mutlu bir hayatı vardır. Kredi ödemelerinde sıkıntı yaşadığından biraz daha esneklik yapmaları için şirkete gelen yaşlı kadının talebini reddetmesi sonucu, kadın tarafından lanetlenmesiyle hayatı değişecektir.

Lanet, Lamia isimli bir kötü ruhun Christine'in peşine düşmesi sonucunu doğurur. Kötü ruhla anlaşma yolunu dahi deneyen Christine, önceleri bu ruhla karşılaşmış bir medyumdan yardım ister, daha önce başaramadığını başarmak isteyen medyum da elinden geleni yapacaktır fakat sonucu değiştirmeye yetecek kadar güçlü müdür?

2009 yılında vizyona girmiş kaliteli korku filmlerinden biri Drag Me to Hell, ülkemizde gösterilmeye başlayalı çok da uzun zaman olmadı. Fırsatınız olursa bir göz atın derim.

Army of Darkness


Evil Dead II'nin sonunda açılan zaman girdabının içine sürüklenen Ash, kendini M.S. 1300 yılında bulur. Tüfek ve elektrikli testeresi ile kılıçlı insanların zamanına düşmüştür. Bu da kendisinin bir çeşit kurtarıcı ilan edilmesine neden olur. Olaylar gelişir...

Kaleye götürülen Ash, krallığın büyücüsüyle bir anlaşma yapar. Anlaşma Necronomicon'u onlara getirmesi karşılığında Ash'i kendi zamanına döndürmektir. Ash'in yapması gereken tek şey ona gösterilen mezarlıktaki yerinden kitabı sihirli sözcükleri söyleyerek almak ve kaleye getirmektir. Ash kitabı alırken sihirli sözcükleri unutur ve büyük bir ölüler ordusunun uyanmasına sebep olur. Kitabı kaleye getirmiştir fakat beraberinde pek çok şey de onunla gelmiştir. Kendilerine ait olan kitabı geri almak isteyen ölüler kaleyi kuşatırlar. Ash ise anlaşmanın kendi yükümlülüğünü yerine getirdiğini ve gelen ordunun umrunda olmadığını, tek istediğinin kendi zamanına dönmek olduğunu belirtir. Gücü arttıkça vurdumduymazlığı da artıyor anlaşılan. Şartları kabul edilir fakat olayları değiştirebilecek bazı etmenler vardır, belki de Ash kalıp yardım edebilir. Gerçi başta yaptığı vurdumduymazlık başına sonda epey dert açacaktır. Bunu da filmi izlediğinizde anlayacaksınız.

Serinin diğer filmlerinde olduğu gibi aralara sıkıştırılmış gayet iyi espriler var. Ayrıca Ash ve testere elini bu filmde bol bol izleme fırsatını yakalıyoruz.

Sam Raimi'nin yönettiği ve Bruce Campbell'ın ortamlarda fink attığı 1992 yapımı bu film, serinin son filmi olma özelliğini de taşıyor.

Haftanın Beşlisi


* Evil Dead serisi. Hazır yazılarımız da gelmişken tekrar göz atılabilir.

* Dead Souls. Tercihen Joy Division yorumu.

* Cahillikler Kitabı 3 - Sağlık. Neler varmış meğer...

* "Var Mısın Yok Musun?" yarışmasının sonlanışının kutlanması. Cidden hiç bitmeyecek sandım. Kazanan yarışmacıya bizi kurtadığı için teşekkürler.

* How I Met Your Mother beşinci sezon. Henüz beş bölüm yayınlanmış olduğundan başlamak için fena bir zaman sayılmaz. Önceki sezonlara nazaran sönük seyretse de bir üçüncü bölüm var ki yıllar sonra dahi kendini izlettirir defalarca.

Evil Dead II

2009/10/24


Serinin ikinci filmi Ash ve kız arkadaşı Linda'nın sahibini bilmedikleri bir barakaya girmeleri ile başlıyor. Hemen ortalığı karıştırma eylemine girişiyorlar ki Ash bir ses kayıt cihazı buluyor. Meraklı ve biraz da salak kahramanımız kaydı çalıştırıyor ve 1987 yapımı filmimiz gelişiyor.

Kayıt bir profesöre ait ve Candaria kalesinin arka odalarından birinde bulunan "Ölülerin Kitabı" Necronomicon'u incelemek üzere barakalarına getirdiklerinden, kitapta bahsi geçen yaratığın ele geçirme gücüne sahip bir iblis olduğundan bahsetmekte ve ses kaydından profesörün tercüme ettiği sözcükler yankılanırken Linda çoktan ele geçirilmiştir bile. Onu öldürüp gömen de Ash'den başkası değil haliyle.

Evin sahiplerine gelirsek, Annie -ev sahiplerinin kızı oluyor- araştırma gezisinden Necronomicon'a ait yeni sayfalarla dönüyor ve bunların üzerinde çalışmak için ailesinin barakasının yolunu tutuyor, Ash'i bulmaları ve hikayeyi ondan dinlemeleriyle olaylar çok daha enteresan hale geliyor. Bu kez işler çok daha zor ve karmaşık fakat Ash de korkaklığını üzerinden atmış bir şekilde dikiliyor tüm sahnelerde.

Konunun dışına çıkarsak, The Evil Dead II gerilim-korku öğelerinin yanında gerçekten komik sahneler de barındırıyor. Ayrıca sinema tarihinde karakterleriyle özdeşleşen nesneler arasına bir yenisini ekliyor ki bu nesnenin Freddy'nin bıçak tırnaklarından çok daha etkili olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca yönetmen Sam Raimi bu filminde öncekine nazaran çok daha fazla görsel efekt kullanmış, sinema teknolojisinin nasıl evrim geçirdiğini o sahnelerin ardından anlayabilirsiniz.

Kısacası film geçmişte saygıdeğer bir yer hak ediyor. Her ne kadar saçma sahneler barındırsa da çekildiği tarihi ve bu klişelerin tüm o izlediğiniz filmlerden önce yapıldığını bilmek de önemli bir detay.

The Evil Dead


Beş kişilik grup arabalarıyla yola koyulurlar. Hedef kervan geçmez yerde ikamet eden ahşap bir evdir. Henüz evin sınırlarına gelmişlerdir ki gariplikler başlar. Aniden duran saat, birden açılan kiler kapısı ve tabii ki o kapıdan içeri giren ahmak-cesur sınırında seyreden bir kişi. Gergin müzikler, sürekli karanlık ve Bruce Campbell'ın oyunculuğuyla yönetmen Sam Raimi'nin arızalı senaryosu The Evil Dead'i ortaya çıkarır.

Kileri kontrol etmeye giden kişiyi hatırladınız, ondan ses gelmeyince esas adamımız Ash de ardından girer ve arkadaşının karanlıkta yaptığı ilkokul menşeili "böö şakası"na maruz kalır. Etrafı incelerken bir tüfek, bir kitap, kemikten bir asa ve ses kayıt cihazı bulurlar. Kitap ile ses kayıt cihazını alıp yukarıya, arkadaşlarının yanına dönerler. Kayıt cihazını dinlediklerinde bunun Candarian harabelerini araştıran bir kişiye ait olduğunu öğrenirler. Bu kişi, harabelerde Sümerlerden kalma; defin büyüleri ile ilgili, insan kanıyla yazılmış ve insan eti ile ciltlenmiş "Ölülerin Kitabı"nı bulmuştur. Kitapta diriltme ve anlaşma yapma ile ilgili yazılar bulunmaktadır. İlk sayfalarında yaratıkların uyku halinde olsalar da hiç yok olmadıklarını ve gerçek yaşama kitaptaki büyüler aracılığı ile geri çağırılabilecekleri yazmaktadır. Ses kaydını biraz daha kurcaladıklarında büyülü sözcüklerin duyulduğu kısma gelirler ve kayıttan yankılanan kelimeler kadim yaratıkları uyandırmaya başlamıştır bile.

Bundan sonrası ele geçirilmeler, saldırılar ve bol kan ile devam eder. Filmin sonunda bir devam filminin geleceği salık verilir, adeta yarıda kesilmiş hissi uyandırılır.

Vizyona girişinden kısa süre sonra filmin gösteriminin Almanya'da yasaklandığını da belirtelim.

****

1981 tarihli bu film 2010 yılında yeniden çekilecek ve yapımcılığını eski filmin yönetmeni Sam Raimi yapacak. Henüz yönetmen ve oyuncu kadrosu belli olmasa da işin içinde Sam Raimi olacağından gayet iyi bir yapımın ortaya çıkacağını rahatlıkla söyleyebiliriz sanıryorum.

Festivale Geri Sayım

2009/10/15


15. Uluslararası Eskişehir Festivali, 7-15 Kasım tarihleri arasında şehri daha da hareketlendirecek gibi görünüyor. Gelenek haline gelmiş bu festivalde müzik, tiyatro, danslar, çocuklar için etkinlikler, sergiler ve sinemanın yanı sıra konferans ve söyleşilere de yer veriliyor.

Festival programına şehrin pek çok noktasından olduğu gibi, yazının sonunda vereceğimiz festival linkinden de ulaşabilir, festival hakkında detaylı bilgiler elde edebilirsiniz . Biletler 16 Ekim'de BİLEM, Anadolu Üniversitesi Sineması ve Eskişehir OGÜ'den satışa sunulacak. Festival biletlerinin tüm öğrenci ve öğretmenlere indirimli olarak satılacağını da ekleyelim.

The Birth of a Nation

2009/10/12


Sevgili 'baha'nın The Castle of Otranto kitabı için dediği "türe giriş açısından fazla sıkıcı gibi görünse de, bu alandaki ilk eser olması özelliği okunmasını gerektiriyor" cümlesini biraz değiştirip bu filme uygulamak çok mümkün. The Birth of a Nation türe giriş açısından çok fazla sıkıcı olsa da ilk uzun metrajlı film olması özelliği ile izlenmesi gerekiyor.


1915 yapımı D.W. Griffith'in efsane filmi tam 190 dakika. Bu kadar uzun ve sessiz olması, bol sesli bol efektli günümüz filmlerine alışmış biz izleyicilerini bir hayli sıkıyor. Farklı çekim açıları kullanılarak çekilen film için epey bir çaba harcandığı gözlenebiliyor. Günümüz parasıyla 2 milyon dolarlık bir bütçe ile çekildiği düşünülürse savaş sahnelerinin neden o kadar gerçeğe yakın olduğu anlaşılabiliyor. Ayrıca film, Thomas Dixon'un The Clansman adlı kitabından ve aynı isimdeki oyunundan yola çıkarak çekilmiştir.


Film, 1861-1865 yılları arasında gerçekleşen Amerikan İç Savaşı dönemi ve sonrasını konu alıyor. Film iki kısımdan oluşuyor. Güneyli bir aile, kuzeyli bir aileye ziyarete gidiyor ve filmin ilk kısmı böyle başlıyor. Daha sonra savaş başlıyor ve bu iki ailenin fertleri farklı ordulara katılıp birbirlerine karşı savaşmak durumunda kalıyor. Savaş sonrasında gelişen olaylar ise filmin ikinci kısmını oluşturuyor.


Rahatsız edici derecede ırkçı bir bakış açısına sahip olan film, diyalog kısımlarında iç savaş ile ilgili detaylı bilgi veriyor. Kullanılan teknikler açısından sinemaya yenilikler katmasına rağmen, film bir çeşit görüntülü ve yanlı tarih dersi gibi. Filmin beyaz bir Amerikalı tarafından çekildiği göz önünde bulundurulunca, yanlı olması gayet normal. Meydan savaşı sahnelerinin hep geniş açıyla çekilmesi, savaşın kanlı yanını gözlerden uzak tutup savaşta yer alan askerlerle kişileştirme yapmamızı engelliyor.


Tartışmalı konuyu bir kenara bırakıp, sinemaya kattığı yenilikleri incelersek filmde:
  • Geniş açı çekimleri,

  • Panaromik alan çekimleri,

  • Uzun süreli çekimler,

  • Farklı açılardan yapılan çekimler,

  • Karakterle ya da olayla beraber hareket eden, kayan veya gezinen çekimler bulunmaktadır.

Sırf film için bestelenmiş özel orkestra müziği film boyunca sürmektedir. Müzik, gerilimin artıp azaldığı kısımlara göre çok iyi bestelenmiş ve filmdeki duyguları izleyiciye iletmek açısından gayet başarılı.


Konu açısından eleştiriye çok açık olmasına rağmen, günümüzde film sektörünün ne kadar ilerlediğini görebilmek ve ırkçı fikirlerin nerden nasıl ortaya çıktığını öğrenebilmek için izlenmelidir.

The Last Time I Saw Paris

2009/10/07

Dün izlediğim, 1954 yapımı romantik komedi The Last Time I Saw Paris filminden biraz bahsetmek istiyorum.



Film, Amerikalı Jazz Age yazarı F. Scott Fizgerald tarafından yazılmış Babylon Revisited adlı kısa hikayenin fazlasıyla çarpıtılmış bir versiyonudur. Hikayeyi okuduktan sonra filmi izlemek fazlasıyla kafa karıştırıcı oluyor. Çünkü, hikayenin beklenen olay kurgusu filmin ancak sonlarına doğru yer alıyor. Hikayenin bahsedildiği kısma gelene kadar filme hikayede bulunmayan pek çok kişi konuk oluyor ve farklı olaylar geçiyor.

Başrol oyuncularından Elizabeth Taylor, filmde rolünü çok güzel canlandırıyor. Her daim enerjik ve capcanlı haliyle, izleyiciyi filme çekiyor. Yardımcı kadın oyuncu rolünde ise Donna Reed gayet başarılı. Ancak, Frank Capra'nın It's a Wonderful Life filminden beri değişmeyen tutuk ve neredeyse konuşmaya çekinen karakter canlandırmaları, bu filmde de bol bol yer alıyor.

Filmi bulması biraz zor ancak fazladan iki saatiniz bulunduğunda izleyebileceğiniz bir film. Yine de insana tavsiyede bulunurken 'izlemezsen olmaz' dedirtemiyor.

****
Filmi bulmak konusunda sıkıntınız olabilir, küçük bir google araması sonucu internetten de izleyebilirsiniz.
****

5 Ekim Pazartesi Akşamı Mad Men 3.Sezonuyla E2'de

2009/09/25



''Kim olduğunuzun, ne istediğinizin ya da neyi sevdiğinizin hiçbir önemi yok. Her şey elinizdekini nasıl pazarladığınızla alakalı.''

Gözlerimizle her gördüğümüzün gerçek olduğuna inandırırız kendimizi. Çünkü daha kolaydır görünenin hep gerçek olduğuna inanmak. Ancak, gerçek göreceli bir kavramdır. Gerçek kime göre gerçektir? Neye göre gerçektir? Gerçek, gerçek midir?

Ve Mad Men yine karşımızda... Gerçeğin gerçek olmadığını ve gerçeğin aslında satılabilecek/pazarlanabilecek bir nesne olduğunu gösterdiği 3. sezonuyla, 5 Ekim Pazartesi akşamı E2 ekranlarında bizlerle buluşuyor, egolarıyla gerçeği yaratanların hayatlarını ekrana getiriyor.

U2 @ İstanbul, 6 Eylül 2010

2009/09/24


Bono'nun Türkiye muhalifliği -Euro'nun da etkisiyle- geçmişe benziyor. Konserin detayları henüz netleşmese de mekan büyük ihtimalle Boğaziçi Köprüsü olacak. Devlet yetkililerinden "doğu ve batıyı birleştiren yerde" konser verme sözü alan Bono, U2 resmi sitesinde konser mekanını Olimpiyat Stadyumu olarak açıklamış, sanırım köprüde konser gibi bir olayın gerçekleşebilmesi konusunda pürüzler var. Söz devlet yetkilisinden (Egemen Bağış) çıktıysa ben bu konser köprüde yapılacaktır diyorum. Verilmiş bir söz var çünkü. Eğer konser sözü verilen alanda yapılırsa öyle muhteşem bir durum oluşur ki, masalsı olur cidden. Neyse, bir yıl kadar var daha konsere, detaylar açıklandıkça taşırız bloga.

Sınırlar

2009/09/22


Blogger'a girişte sorun yaşıyoruz ve proxy siteleri üzerinden giriş yapmaya çalışmak da can sıkıcı olmaya başladı. Birileri yeniden engellemeleri devreye sokmuş gibi görünüyor. Myspace ve Last.fm'in ardından Blogger'da engellemelere maruz kaldı. Nasıl bir ülkede yaşıyoruz merak ediyorsunuz değil mi? Ülkenin iç düşmanı muamelesi görüyor internet kullanıcıları. En abuk ülkelerde dahi yasaklı olmayan siteler bizden şerh yiyor, çok güzel. Bir işi beceremeyip "peki, herkesi yakıyorum" modunda takılmaya devam etmeyi bırakın ve toptan kapatın da siz de biz de rahat edelim.

Dark Tranquillity @ Eskişehir, 222 Park

2009/09/20


İsveçli grup Türkiye turnesi kapsamında Eskişehir'i ziyaret ediyor. 4 Aralık 2009 tarihli konserin mekanı 222 Park, bilet fiyatı ise 28,50 lira. Canlı performansıyla övgü alan ve 20. müzik yılını dolduran bu grup ayağımıza kadar gelmişken kaçırılmamalı. Grubun turne kapsamında konser vereceği diğer şehirler ve ayrıntılar için etkinlik sayfası budur.

The Fall Tv8 Ekranlarında

2009/09/16


2006 yapımı The Fall filmini bu gece (16 Eylül 2009 Çarşamba) 21:15'de Tv8 ekranlarında izleyebilirsiniz. Tekrarı aynı gece 01:15 ve Perşembe 13:50'de.

Hakkında yazamayacağımız filmlerden biri çünkü ucunu kaçırıp hikayeye dalmak olası, izlemeyen kaldıysa bu şansı değerlendirsin derim. Gerçekten iyi bir film.

T800

2009/09/14


Sürekli yeni modeller çıktı ama t800 hep başkaydı...

Bir Kış Neler Değiştirebilir?

2009/09/13


Sadece bir saat için 13-14 yaşlarına dönsem, tekrar o kumsala, Texas'dan Summer Son çalarken o gelse, "biz kışın hiç görüşemeyeceğiz, ya bu kış birimiz ölürsek?" dese ve gülsem "saçmalama" diyerek. O yaşlarda aşk böyle işte. Sonra bir öğreniyorsun ölüyor, aşkın ardından sevgili de. Yaşın kadar küçük omuzlarını düşürüp kalıyorsun işte, kulaklarında şarkıdan kalma bir dize, I'm over you, hayattan hepimize geliyor. Bir kış aslında pek çok şeyi değiştirebiliyor...

Supernatural Superserious #2

2009/09/10




10 Eylül'ü 11 Eylül'e bağlayan gece , yani bu gece, Supernatural beşinci sezon ilk bölümüyle ekranlara geliyor. Gece uyku tutmayanlar netteki CW Tv linklerinden dizinin söz konusu bölümünü izleyebilir. Sanırım TSİ 03:00 veya 04:00'de başlayacak, tam kestiremedim saat farkını. Cumartesi sabahı bizim saatimizle 9:00-10:00 sularında da malum yerlere düşer zaten. Her Cumartesiyi de bekler hale geliriz bu yıl yavaştan...

İlk iki sezonun geneline hakim olan yerel efsaneler ve gittikçe ana çizgiden uzaklaşan senaryo kurgusu dördüncü sezonda adeta şapkadan tavşan çıkararak rayına oturtuldu. Açık kalan bir kapı dahi kalmadı ve güzel örülmüş bu ağa takıldı pek çok kişi. Kısacası dizinin final sezonundan beklenti yüksek. Umarım -böyle bir ihtimal yok bence- ele yüze bulaşacak bir başlangıç yapıp hevesimizi kursağımızda bırakmazlar. Neyse göreceğiz, artık saatler kaldı. Yakın zamanda da ilk bölüm ve gidişat hakkında yazarız.

Çavdar Tarlasında Çocuklar (The Catcher in the Rye)

2009/09/07


Salinger da dahil hepimiz 16 yaşındaydık bir zamanlar. Ama onunki farklıydı. O kendini kahraman sanıyordu 16 yaşındayken. Kahraman oldu olmasına da küstahlığı hep kitaptaki baş karakter Caulfield'inki gibi kaldı.

Değerli hocalarımdan birinin anlattığı hikayeye göre, öğrencilerinden biri Salinger ile röportaj yapmak istemiş vakti zamanında. Onunla ilgili ödev hazırlayan doktora derecesindeki bir öğrencidir bu. Öğrenci, Salinger'a telefon eder ve bir kaç soru sorup cevap alabileceğini düşünür. Telefona Salinger'ın eşi çıkar. Öğrenci kendini tanıtır sonrasında da Salinger ile görüşmek istediğini, onunla ilgili ödev hazırladığı için bir kaç sorusu olduğunu söyler. Eşi beklemesini söyleyerek onu beklemeye alır. Saniyeler sonra eşi geri gelerek şunları söyler: "eşim sizin ödevinizin onu ilgilendirmediğini söylüyor". Salinger naturalist bir tavırla doğanın insanı tanımayı reddettiği gibi öğrenci ile görüşmeyi reddeder. Çünkü, kendisi doğa kadar umarsızdır.

Kitaptaki Caulfield karakteri de küstahlığından asla ödün vermez. Doğanın ona aldırmaz olduğu kadar o da doğaya ve doğanın yarattıklarına aldırmaz. Huckleberry Finn'in bir kaç yaş büyümüş hali olan bu pikaresk karakter, en az Huck kadar dünyaya karşı ilgisizdir. Göstermeliktir bütün o f*** kelimelerine sinirlenmesi. Çünkü onun tek bir amacı vardır; hayatta kalmak. Bu nedenle takılır her türlü sosyal sınıftan insanla Caulfield. Pikaresklik gereği zaman geçirir hepsiyle ve gayet iyi becerir kendi hatalarına kılıf bulmayı.

Caulfield ne yakışıklıdır ne de dikkat çekici. Hatta etrafında olup bitenlerden tamamen bi haberdir. Bakan kör aslında. Onun bu farkedememesidir zaten onun hikayesini bu kadar farklı kılan. Normalde küstah ve sıradan olabilecekken görüntüsünün tam aksine bütün dikkateleri bu kitaba toparlaması da ondandır.

Sürekli sevgi ve aitlik arayan Huck ve Caulfield gibilerin hikayeleri bitmez aslında bu doğadan insanoğluna bulaşan umarsızlık devam ettiği sürece. Zaman geçecek, yalnızlık ve umarsızlık git gide kalabalıklaşan ve teknoloji nedeniyle bu kadar birbirinden uzaklaşan toplumu asla ama asla terketmeyecek.

Guns N Roses'ın Chinese Democracy albümündeki, kitapla aynı ismi taşıyan şarkının sözlerinin bir kısmını da buraya eklemek istiyorum:

When all is said and done
We're not the only ones
Who look at life this way
That's what the young folks say
And if they'd ever change
As that reminds to say
But every time I see them
Makes me wish I had a gun
If I thought that I was crazy
Well I guess I'd have more fun
Cause what used to be's
Not there for me
And ought to for someone
That belongs...

Karşınızdaaa!.

2009/09/01


Sürpriz yazarımız kadroya eklenmiş bulunmakta. Film, müzik, kitap ve daha pek çok şey hakkında zevkine sonsuz güven duyduğum dicle artık Kağıttan Ayakkabılar için yazacak. Eminim pek çok takipçisi olacaktır.