Uyarı!

Bu blogda sinema, kitap ve müzik ile ilgili yazılar bulabileceğiniz gibi; deli saçması üretimlerimizle de karşılaşabilirsiniz.

Yazarlar

dizi ve filmler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
dizi ve filmler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Interstellar - İlk İzlenimler

2014/11/07


Filmi bu akşam, kalabalık denebilecek bir toplulukla birlikte izledik. İşte Interstellar'dan ilk izlenimler;

Filmin sinemaseverlerin gözünde fark yaratabildiğine inanıyorum. Salondan çıkalı yarım saat olmasına rağmen salonun önünde filmden sahneler, "orada sanki şu fikre bir gönderme vardı" gibi tartışan insanlar gördük.

Düzenli olarak sinemaya giden biri olarak böyle bir şeyi ancak ve ancak Yüzüklerin Efendisi ve Hobbit filmlerinin ardından gördüğümü hatırlarım. O da belirli bir kitledir, filmler tarafından yaratılmamış; kitaplardan ve hatta yayınlanmamış hikayelerden de beslenen bir kitledir. Tartıştıkları da genellikle ana kaynağa sadık kalınıp kalınmadığı veya oyuncu seçiminin nasıl oturup oturmadığı ile alakalıdır. Interstellar'da durum böyle değil. İnsanlar bildiğin gönderme yapılan fikri tartışabiliyor. Bunu Türkiye gibi insanların konu ne olursa olsun seçiçi kriterlerinin belirsiz; neyin iyi neyi kötü olduğu arasındaki uçurumun çok büyük ve soyut olduğu bir ortamda görebilmek büyük iş. Bu açıdan çok güzel bir iş olmuş bence. Filmi beğenmeseniz dahi tartışacak şeyler veriyor size. Bu noktaların neler olduğunu spoiler vermeden izah edebilmem zor, vizyondan kalktıktan sonra bir yazı daha yazılabilir gibi.

Filmin içeriğinin spoilerdan uzak kısmına değinirsek; temponun düşeceği ve yükseleceği anlar çok iyi dengelenmiş. Etrafımdaki seyirci grubunda dalıp gitmeler, kopmalar olmadı. Normalde görürsünüz insanlar hemen telefonlarını çıkarırlar. Oyuncu grubu zaten aşina olduğumuz tepe oyuncular. Sadece yüze odaklanarak çekilen sahne sayısı çok fazla. Dolayısıyla aksiyon filmlerindeki gibi genel bir duruştansa işin yüz ifadesi, mimik kısmında yükselen oyuncuların seçilmesi filmi yukarı çıkarıyor. Love and Other Drugs'ın tamamındaki performansı ve Les Miserables'da sadece 16 dakikalık sahnesiyle Oscar dahil pek çok ödül alan Anne Hathaway yine gayet iyi. Matthew McConaughey bildiğimiz gibi. Bu adamın ortalama işi yok. Hep çizginin üzerinde.

Bir görün, izleyin derim. Beğenmeseniz dahi, zamanınızın boşa gittiğini düşünmeyeceksinizdir.

Tanıyalım Tanıtalım'da Diziler Geçidi

2014/02/23

Bir süredir ara verdim internet keşiflerime. Onun yerine şehirleri keşfetmeye verdim kendimi. Londra'nın altını üstüne getiriyorum. Arada başka şehirlere de bulaştım. Paris oldu ilk hedefim, sonrası Manchester ve Liverpool. Sırada daha önce keşfettiğim ama hala bir kısmını bilmediğim Amsterdam var. Ancak Londra bir başka. İstanbul'da doğmuş ve büyümüş biri olarak tam bir İstanbul aşığıyım, daha doğrusu aşığıydım Londra'ya taşınana kadar. Bir numaraya Londra oturdu, İstanbul'um ise ikinci sırada şimdilik.
Şehirler, sokaklar, yürümek ve kaybolmak. Bunlar çok güzel. Soğuk günlerde, eve kapanılan anlarda en sadık yoldaşlar tabiki dizi ve filmler. En favori dizilerime burada hiç yer vermediğimi farkettim. Aklıma gelmişken paylaşmak istedim. 
Öncelikle Suits. Aşk öğeleri içeren, izlemesi keyifli ancak çok kafa yordurtmayan, bol laf dalaşlı, sürükleyici bir şey arıyorsanız şiddetle tavsiye ederim. İzlemesi en keyifli ekran ikilisini oluşturan Mike ve Harvey'nin inanması güç avukatlıkları ve yaşadıkları çekişmeler sizi ekrana kilitleyecek, 40 dakikanın nasıl uçup gittiğini anlayamayacaksınız. 3. sezonunda olan diziye bir an önce başlamanızı tavsiye ederim, zira şu an arada olmalarına rağmen hızla diğer sezonlar çok yakında gelmeye başlayacak.

Biraz daha gerilimli, daha kanlı, yine inanması güç bir hikayeyi işleyen, kısmen ağzınızı açık bırakan, nereden kim bana ne zaman saldırabilir diye yolda yürürken düşündürtmeye başlayan The Following. Bir FBI ajanı olan Ryan Hardy'nin ölümlerle dolu geçmişini unutmamasını isteyen ve günlerini daha da çok karanlığa boğmak için canla başla çalışan Joe Caroll önderliğindeki meshebin nefesleri kesen olayları mutlaka izlenmeli. Gerilim ve heyecanın bir dakika bile durmadığı bu dizi başarılı bir drama örneği. Süpriz bir son ile biten 1. sezonun ardından hala 2. sezon için beklemedeyiz.
Bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine bir göz atiyim sonra izlerim dediğim, başlayıp bırakamadığım, bir oturuşta ardı ardına 4 bölümünü birden izlediğim yeni başlayan 2014 yapımı True Detective

Tehlikeli konuları sorgulatan, izlerken kesinlikle durdurup replikler üzerine bir kaç saniye düşündükten sonra ancak devam edebildiğiniz her bölümü 1 saat uzunluğundaki muhteşem dizi. Din, ölüm, inanç, yalnızlık ve gerçeklik temaları dizide sıklıkla sorgulanıyor. Görüntüler ve çekim açıları olarak da fazlasıyla başarılı. Konusuna gelirsek karşımızda yine bir polis ikilisi var. Dedektif Rust Cohle ve Martin Hart 1995 yılında bir dava üzerinde ilk defa beraber çalışıyorlar ve dostlukları başlıyor. Günümüzde iki dedektifin ayrı ayrı sorgulanıyor olarak gösteren diziden şu ana kadar dostluklarının günümüze kadar gelemediğini öğreniyoruz. İzledikçe diyalogların olayın önüne geçtiği bir dizi olduğunu farkettim. Olaylar yavaş ilerliyor olsada seyretmesi keyifli bir dram. 


"Touch darkness and darkness touches you back."

American Hustle (2013)

2014/02/19

Son zamanların gözdesi American Hustle'ı en sonunda fırsat bulup izledim.


Neden bilmiyorum ancak bir şeyleri sevmedim filmde. Belki de Batman serisindeki yakışıklı ve cool hallerinden sonra Christian Bale'ı kel-göbekli görmek biraz hayal kırıklığı yaratmış olabilir.

Film konu kurgusunu işlerken aslında karakterleri git gide derinleştiriyor. Olayların gidişatı az çok tahmin edilebilir olmuşken bile karakterler tahmin edilemez halde ve gizemli. Filim, hikayeden çok karakterlerin ve oyunculukların filmi.

Baş karakter Irving sevgilisi ve iş ortağı Sydney ile iş üstündeyken FBI ajanı Richie tarafından yakalanınca FBI'a dört kişiyi ele vererek hafifletilmiş cezadan yararlanmayı hedeflemektedir. Bu sırada politikacıların işin içine girmesiyle Richie'nin büyüyen hırs buhranları ile olaylar hükümet adamlarına büyük bir darbe planlamaya kadar ilerler. Christian Bale, Bradley Cooper, Amy Adams, Jennifer Lawrence ve Jeremmy Renner. Her bir isim ayrı ayrı takdir edilesi. Göz dolduran, mükemmel oyunculuklar.

Filimden alınacak ders ise şu:
Aslında herkes herkesi kandırır ve bu sırada kendini de kandırır. Önemli olan bu kandırmacalara kimin ne kadar inandığıdır. Çünkü insanların anahtarı aslında inandıkları ve inanmak istedikleri şeylerdir.


İyi seyirler

Girls Season 3

2014/02/04

Bu dizi ile ilgili takıntılı bir haldeyim. Evet yine Girls'den bahsedeceğim.

Dört gözle beklediğim 3. sezon bir kaç hafta önce başladı. Şu ana kadar ilk iki bölümü yayınlandı. Ancak karakterler gittikçe o kadar iyi oturuyor ki şu son iki bölüm kesinlikle izlediğim en iyi iki bölümdü. Dikkatimi çeken şey ise şu oldu; arkadaşlığın ne kadar önemli olduğunu öyle güzel işliyor ki dizi.Sevgili ilişkileri bir yana arkadaşlık temasını işliyor bu iki bölüm.  Arkadaşlıklarımızın-arkadaşlarımızın-arkadaşlık bağlarımızın gerçek olup olmadığını sorgulamadan bir insana hiç adım atabiliyor muyuz? Bence kendimizi biraz bu kavramlarla sorgulamalıyız.

Daha gelecek bölümlerde neler olacak göreceğiz, ancak değinmek istediğim konu 3. sezona hazırlık aşaması. Sosyal medyayı ve en son trendleri kullanarak HBO 3. sezona çok güzel şekilde hazırlandı. Facebook, Twitter ve Vine gibi yaygın kanalların yanı sıra son trend Snapchat ile de dikkatleri başarılı bir şekilde dizinin yaklaşan sezonunun üzerinde topladı. Emoji Dizilerin de sosyal medya kampanyaları olması gerektiğinin mesajını vermek açısından başarılı oldu.

Diyebileceğim tek şey izlemeye devam edip görelim.

The Wolf of Wall Street (2013)

2014/01/30

Son zamanların en gözde filmlerinden The Wolf of Wall Street. Türkçe'ye Para Avcısı olarak çevirilmesi açıkçası pek hoşuma gitmedi; Wall Street Kurtları olsa daha iyi olabilirmiş. Neyse filme geçelim.

Wall Street brokerı olan Jordan Belfort'un hayat hikayesi görsel olarak bir şölen niteliğinde yansıtılıyor. İnsanların en zayıf noktasının daha çok para kazanmak olduğunu fark eden ve bunun nasıl gerçekleştirilebileceğini bilen Belfort hızla yükseliyor. Filmin en başından sonunun ne olacağı çok belli aslında. Ancak film olay örgüsünü sürdürmekte o kadar başarılı ki 3 saat boyunca bir an bile gözünü kırpmadan seyirciyi kilitleyebiliyor.

M. Scorsese hisleri yansıtma açısından en başarılı bulduğum yönetmendir. Şaşalı hayatın görkemine ekran karşısında biz bile kapılmış giderken alttan vermeye çalıştığı aile kavramı, uyuşturucu bağımlılığı, sahtekarlık konularını başarılı bir şekilde işliyor. Öyle anlar oluyor ki Belfort'a kızabiliyor, ona acıyabiliyor ya da ondan nefret edebiliyor seyirci. Filmin türü komedi ancak gülerken düşündürtmeyi de ihmal ettirmiyor.

The Great Gatsby filminin ardından Leonardo DiCaprio aslında benzer bir karakteri canlandıyor ekranlarda. Şu da bir gerçek ki DiCaprio'ya bu tarz karakterler çok yakışıyor ve hatta bence yüz ifadesine tam oturuyor. Oyunculuğu muhteşem ve kesinlikle izleyiciye kendisini fazlasıyla sevdiriyor. DiCaprio'nun yanı sıra Jonah Hill inanılmaz iyi bir oyunculuk sergiliyor. Birlikte çok iyi bir ikili oluşturuyorlar ekranda. Oyunculuğunu ilk defa izlediğim Hill müthiş bir canlandırma yapıyor ve karakterin hakkını beklenmeyecek şekilde veriyor.

Hayatta birilerini ikna etmenin ne kadar önemli olduğu her saniye işlenen bu 3 saatlik şölen nitelğindeki filmi mutlaka izleyin derim. Çok eğleneceksiniz.


Savages (2012)

2013/12/07

Az olan boş zamanımı film izleyerek karar verdiğim bir akşamüstünü hayal kırıklıklarıyla bitirirken duygularımı ifade etmeden geçemezdim. Bir hayal kırıklığı olarak bkz: Savages (2012)

Oyunculuktan mı başlasam senaryodan mı bilemedim. Filmdeki herşey o kadar kötü ki! Oliver Stone gibi Platoon filmini çekmiş bir yönetmenden böyle bir film beklemezdim. Korkutucu gösterilmeye çalışılmış sahneler, hiç gerçekçi gelmeyen olaylar, abartı kan kullanımı... 

Filmdeki tek güzel kısım (SPOILER) gerçek olmasını ümit ettiğim ilk sondu. Ardından gelen esas son ile hayallerim daha da yıkıldı, boşa harcadığım zamana üzülerek bitirdim filmi. 

İzlemediyseniz, izlemeyin. Benden söylemesi.

Tanıyalım Tanıtalım'da Girls

2013/06/05

Büyük şehirlerde insanlar hep mi mutsuz? Hayat ya da hayata tutunmak bu kadar mı yorucu, bu kadar mı bunaltıcı? Bu meraklarıma karşıma yeni çıkan Girls dizisinde cevap buldum. Evet, size New York'un kızlarından bahsedeceğim.

Karşımıza yaşları 20 ile 24 arasında değişen 4 birbirinden farklı kafada olan kız çıkıyor dizide. Dördü de birbirinden apayrı; dördününde  hayattan istekleri, yaşam beklentileri, yaptıkları işler, hırsları, üzüntüleri sevinçleri her şeyleri o kadar farklı ki hiç bir ortak yanları yok. Dizinin ilk sezonunun ortalarında "neden arkadaşlar acaba?" diye kendimi düşünmekten alı koyamazken durumlar ikinci sezonda daha da değişiyor.

New York'un bekar laydileri diye onları Sex and the City tadında sanıp öyle bir beklenti ile izlerseniz,  hayal kırıklığına uğrarsınız. Kendileri münhasır, tam gerçek hayattan kesit karakterler. Giyimleri, konuşma dilleri o kadar gerçekçi ki dizinin içine izleyiciyi çekiyor.

Amerikan yapımı dizi aslında Amerikan aile hayatı ve yaşam tarzının da ipuçlarını, toplumsal sorunları, bireyselleşmeyi ve bireyselleştirmeyi dizi çok iyi veriyor. Cinsellik ile ilgili rahatlıkları, yenilikleri denemeye açıklıkları; bazı konular üzerine Hannah üzerine verilen felsefi konuşmalar üzerine kafa yorulup, uzun uzun yorumlanabilecek türden.

Bu yazıyı yazmak için iki sezonunu da bitirmek istedim. Sonrasında kendime "ben bu diziyi neden izliyorum?" diye sormadım değil, yalan yok. Ancak karakterlerin her birinde ister istemez kendinizden bir parça buluyorsunuz. Tam " Evet, ben tam Hannah'ım." dediğim anda "Jessa'nın kafasını istiyorum!" diyerek hayretlere düştüğüm oldu. Bu da beni kesintisiz olarak diziye bağladı ve 2 günde 2 sozununu bitirverdim.

Dizinin üçüncü sezonu hazırlık aşamasında. Üçüncü sezonun cast'ı ile ilgili dedikodular dolaşmakta. Ben biraz okudum ancak size diziyi izlemeden okumanızı tavsiye etmem. Çünkü ikinci sezon finali çok sürprizli. Şimdiden iyi seyirler :)

Tanıyalım Tanıtalım'da Black Mirror

2013/04/22

Hep aynı temalarda işlenen dizilerden sıkılıp arayışa girdiğimde karşıma çıkan bir diziyi sizlerle paylaşmak istiyorum; Black Mirror.



Günümüzün kaçınılmaz mecralarından sosyal medyanın hayatımızı nasıl etkilediğinin aslında çok fazla farkında değiliz, ya da farkındayız ama bunun ne kadar kötü bir yanı olduğunu bilinçli olarak göz ardı ediyoruz.

Biz göz ardı etsek de Black Mirror'da edilmiyor. Aslında üzerine baya konuşulabilecek bir dizi. Çünkü her bölümü farklı bir yönetmen tarafından, farklı bir oyuncu kadrosu ile ekrana taşınan hatta her bölümünün uzunluğu bile değişen bir dizi. Alışılmışın çok dışında. Her bölüm bir kısa film tadında ve arka arkaya izlenemeyecek yoğunlukta.

İnsanı düşündürten pek çok yanı var dizinin. Bilinçsiz tüketim toplumunun bilgi saçımının ne noktalara varabileceğini gözler önüne acımazsız bir şekilde açıkça ortaya koyarak çok önemli bir noktaya ayak basıyorlar. Sosyal medyanın bizi yönettiği, şekillendirdiği, iyi/kötü bilgilendirdiği bu sonsuz ve kesintisiz bilgi akışının ortasında biz kendimizi yapaylığa ne kadar kaptırıyoruz? Bunu kendimize hiç soruyor muyuz? Sosyal ağlardan uzak durmanın iyi olacağı bilincinde olmamıza rağmen hangimiz merakla başkalarının facebook profillerine gizlice bakmıyoruz? Bunların hepsi çok doğru ve bir yandan da çok acı. Çünkü hepimiz yapaylaşıyoruz ki bu da kaçınılmaz sonumuz oluyor.

Her bölümünden ayrı bir ders çıkarabilir Black Mirror'ın. Dizinin adını neden Black Mirror koymuşlar bilemiyorum, ancak hayatımızdaki onca kara ekranın kara birer aynamız olduğu yorumunu yapamadan duramadım. Ekranlardan kopabiliyor muyuz? Hayır. Eleştirsek dahi televizyon, bilgisayar, telefon, reklam panoları vs.vs. O kadar çok ekran var ki hayatımızda, artık hayatı ekrandan yaşıyoruz. İşte tam da anlatmak istedikleri nokta bu bence. İzleyin, bakalım sizin çıkarımınız ne olacak.

Boyunu Aşan Film: The "Perks"

2013/02/24



Her şey sakin bir cuma gecesi dileğiyle başladı...

Yiyeceğimi, içeceğimi alır aylardır merak ettiğim fakat hakkında çıkan tüm yazıları okumaktan koşar adım kaçtığım The Perks of Being a Wallflower, internette refere edildiği üzere "Perks" filmini izlerim diye düşünüyordum. Sakin bir gece dileği kesinlikle gerçekleşti lakin bu durumun haftasonunu esir alması planda yoktu.

Afişte Ezra Miller ismini görünce karar vermiştim aslında bu filmi bekleme listesine almaya. Pek hoşlanmadığım bir tarzda da olsa, '93 doğumlu oyuncunun We Need to Talk About Kevin'deki performansı parmak ısırtacak seviyedeydi. Bir diğer isim Logan Lerman ise büyük referans olacak yapımlarda rol almasına karşın, rol kalitesi olarak kendisini öne çıkaracak ilk yapımında boy gösterecekti. Emma Watson ise... Bildiğimiz Emma Watson, ne kadar kötü olabilir ki? Oyunculuğu gözümüzün önünde büyüyen biri oldu. Gelecekte neler verebileceği konusundaki limit gerçekten yüksek. Akademik başarısı da kıskanılacak cinsten ama bugün konumuz bu değil.

Filmimize dönersek...

Wallflower, daha çok okullarda ve iş hayatında karşılaştığımız her şeyden ve herkesten uzakta kalmayı tercih eden fakat etrafındaki durumun farkında olan, anlayan; buna rağmen sosyalleşme konusunda sorunları olan kişilere yakıştırılan bir sıfat. Filmdeki wallflower da, Charlie (Logan Lerman).

The Perks of Being a Wallflower, Charlie'nin stabil olan kötü durumunu, yeni arkadaşlarının (Patrick-Ezra Miller ve Sam-Emma Watson) yardımıyla en azından dalgalı bir duruma taşıyabilmesini, geçmişi ve geleceği arasında kalan bölümdeki yerinde bir molayı anlatan bir hikaye. Bu hikayenin içerisinde bir lise draması arıyorsanız, sonrasında çok şaşıracaksınız demektir. Klasik bir Cuma gecesi filminden çıkmaya başladığı anda, sonraki günlerde dönüp dönüp tekrar izleyeceğiniz sahneleri aklınıza yerleştiren bir film olacak.

Devrimsel bir film değil; deneysel bir film, türe yenilikler getiren bir film hiç değil. Sadece güzel bir zaman, mekan ve kurgu kavramı olan; iyi işlenmiş, kusursuza yakın bir soundtrack ile süslenmiş ve bu kadar genç oyuncularıyla birlikte çok iyi yansıtılmış bir hikayeyle karşılaşacaksınız.

Harper Lee, Salinger, Shakespeare, Camus referansları ile fikirlerinizi oluşturan kitapları hatırlayacak; The Smiths, David Bowie, Genesis ve The Beatles ile de aklınızda yer etmiş yüzleri anımsayacaksınız.

Büyük sürprizleri değil ama en dipteki beklenmediklerinizi yaşayacaksınız.

Filmin içeriği hakkında bu kadar veri, izleyip izlememe kararını verebilmeniz açısından yeterli. Bu eserin sahibine göz atalım bir de.

Kitap beyaz perdeye aktarılırken senaryo ve yönetmen koltuğu da yazar Stephen Chbosky'ye teslim edilmiş. Kendisi kitabı bitirdiği saatten itibaren bu hikayeyi filme dökebilme fırsatı aradığını, hatta pek çok kareyi aklında kurguladığını söylüyor. Filmi izledikten sonra sözlerinin ne denli yerinde olduğunu anlıyorsunuz. Dünyaya getirdiği çocuğu büyütüp, yetiştirip, donatıp, süsleyip, evlendiriyor ve aileden uzaklaştığı sırada, uzaklardan başarısını izliyor tam anlamıyla. Bütçe-performans oranına bakınca ne denli başarılı bir iş çıkardığı da aşikar.

Sözün özü, beklentilerinizi bir kenara atıp oynatın bu filmi. Değerini çok daha iyi anlayacaksınız.


Jason Bourne'un Dönüşü İmkansız Gibi

2013/02/19



Stüdyo her ne kadar yeni bir film için onayı almış, Matt Damon da yeni bir Bourne filmi ile dönüşe sıcak bakıyor olsa da; ekip, içinde Jason'ın da olduğu doğru hikayeyi bir türlü bulamıyor.

Matt Damon bir ay kadar önce, Promised Land filminin tanıtımında gazetecilerin olası bir Bourne filmi ile ilgili dedikodulardan kaynaklanan sorularını yanıtladı. Matt Damon yeni bir Bourne filminde yer almayı çok istediğini yineleyerek, yeni film için aktif çalışan grubun içinde de yer aldığını söyledi.

Batman serisine yeni bir bakış açısı getiren Nolan kardeşlerden Jonathan, Matt Damon'ın ricası üzerine iki ay kadar, hikayesinde Jason'ın da aktif olduğu yeni bir Bourne filmi senaryosu üzerinde çalışmış fakat bunu nasıl yapacağını bir türlü bilemediğini söyleyerek projeyi gerisin geriye Damon'a teslim etmiş. Memento gibi bir senaryonun lideri, Person of Interest'in düzgün bir çizgide ilerlemesinin tek sorumlusu olan kişiden bu cevap alınınca, işleri biraz yavaşlatmak gerektiğine karar verilmiş. Nedenler basit, en son 2004 yılında görülen Jason, en erken 2014'de vizyona girebilecek yeni bir filmde yer alsa; CIA radarından uzak geçen on yılın tasviri biraz zor olacak gibi görünüyor. Bir diğer neden de, Nolan ve Damon'ın da belirttiği gibi, The Bourne Ultimatum ile birlikte aralık kalan kapıların tamamen ve çok iyi bir şekilde kapatılmış olması. Kesinlikle yapılamaz görülmüyor tabii ki, Pamela Landy ve Aaron Cross'un sürüklediği yeni bir filmin ardından, Jason'ın tekrar hikayeye dahil edilmesi de olasılıklar arasında.

Anlayacağımız üzere, tüm taraflar ne kadar istekli olsalar da Jason Bourne'un dahil olduğu bir film şu an için çok zor görünüyor. Zorlama bir yapımla karşımıza gelmelerindense, olayın üzerini tamamen kapatmaları, en azından çok çok iyi bir hikaye bulana dek ertelemeleri, en büyük olasılık gibi.

Yeni Bond Filmi Yolda

2013/02/02



Gladiator filminin senaryosundan tanıdığımız John Logan, henüz ismi netleşmemiş olan yeni Bond filminin senaryo yazarlığı görevini üstlendi.

MGM'in finansal kabusu nedeniyle dört yıllık bir aradan sonra dönen Bond, Skyfall ile şaşırtıcı bir gişe başarısı yakalamıştı. Bu başarı yapımcılara seriyi devam ettirme yönünde daha güçlü bir motivasyon sağlamış olmalı ki, kökleri korurken, seriye de yeni bir yön verme kararını almışlar.

Filmin diğer Bond filmlerinden farklı olacak en büyük yönü iki bölüme yayılacak şekilde tasarlanması. Serinin yirmi üçüncü filmi olan Skyfall'dan bağımsız şekilde gerçekleşecek olaylar bütününde, yirmi dördüncü ve yirmi beşinci Bond filmleri, aynı hikaye üzerine odaklanacak yani farklı zamanlarda vizyona girecek iki bölümlük bir film izleyeceğiz. Bu açıdan, Bond serisinin değişik bir yola girdiğini söyleyebiliriz.

Serinin yirmi dördüncü basamağı olacak filmin The World is not Enough'dan beri her Bond filminde olduğu gibi Kasım ayında, 2014 yılında vizyonda olması planlanıyor.

Yeni Bir Üçleme: The Hobbit

2012/07/30



The Hobbit: An Unexpected Journey vizyon için gün sayarken, Gandalf rolünden tanıdığımız Ian McKellen şahsi Twitter hesabından The Hobbit serisinin üç filmden oluşacağını duyurdu. Bu gelişmenin hemen ardından Peter Jackson da Facebok sayfasında girdiği bir yazı ile haberi doğruladı. Kesinlikle çok iyi haberler bunlar.

Açıklamanın tam metnini linkte bulabilirsiniz.

The Dark Knight Rises'ın Ardından

2012/07/27


Efsanenin sonuna geldik. Ben de seriyi, hafta içi olmasına rağmen boş koltuğun olmadığı bir salonda izleyerek sonlandırdım. Film öncesi yaratılan beklentilerin karşılanmış olduğu düşüncesi ile koltuğa rahatça kurulmuş bu yazıyı yazıyorum.

Spoiler kesinlikle vermeyeceğim çünkü alışıldık komplike Nolan yapımlarının tersine, sonuç filmi olduğundan pek çok detay birbirine bağlanır kendinizi durduramaz filmin sonunu söylemiş bir şekilde bulabilirsiniz kendinizi.

Hikaye örgüsü önceki filmlerden iyi. Evet, Ledger öncülüğünde Joker'ın yıldızlaştığı The Dark Knight'dan dahi iyi buldum diyebilirim. Bu fikrimin gelişmesinde filmin sonunun tek açık kalmayacak ve "bu ne şimdi saçmalığa bak" dedirtmeyecek şekilde bağlanmasının da büyük etkisi var. Cgi'dan ve yapaylıktan mümkün olduğunca kaçınan Nolan, kendine has numaralarını yaparak, yine aksiyon tarafını çok iyi kotarmış.

Bunların hepsi, iyi yönetmenlerin yüksek bütçeler ve başarılı oyuncularla birleştirildiğinde elde edilmesi sürpriz olmayan, zaten beklentilerin dahilinde olan şeyler. Dolayısıyla yönetmenin ve serinin son filminin farkını ortaya koyan en önemli detay; sekiz yıldır suçtan temiz şekilde yaşayan; hatta filmde Blake ve Gordon'ın çatı sahnesinde vurgulandığı derecede suçtan temizlenen Gotham şehrinin müthiş tasviriydi. Önceki filmlerdeki kasvetli ve karanlık Gotham atmosferi tamamen canlı ve yaşayan bir şehrinkiyle değiştirilmiş ve bu izleyiciye net şekilde hissetirilmiş. Bunu hissedişiniz sayesinde de Bane'in yaptıkları sizi daha fazla etkileyip, önceki filmlerin ötesinde bir şekilde atmosfere dahil olmanızı sağlıyor. Filmin bende yarattığı en önemli etki buydu. Yoksa hepimiz aşağı yukarı ne derece harika bir filmle karşılaşacağımızı biliyorduk.

Sonuç olarak, tekrar tekrar dönüp oynatacağımız sahnelerle dolu bir film daha armağan etti bu sektör bize.

Wir Sind Die Nacht [We are the Night] (2010)

2012/01/02

Alman sinemasından film izlemeyeli çok uzun zaman olmuştu. Wir Sind Die Nacht (We are the Night) filmi ile uzun bir aradan sonra yeni dönem Alman sinemasına göz atmaya başladım ve gelişmenin gayet hızlı olduğunu gördüm.


Filme gelirsek; konu olarak 3 kadın vampirin yeni 1 üyeyi vampire çevirerek aralarına almaları ve eğlenmeye başlamaları. Ancak, yasak elma olan insanlara bu yeni üyenin aşık olması ile olayların başlaması ve tek tek vampirlerin ölmesi ile son bulması. Geriye kalan ise yeni yetme vampir ile mutlu son. Bir nevi Twilight sendromu. Isırmaya kıyamayan duygusal vampirler geçidi.

Film aslında çok iyi başlıyor. Uçak sahnesi gerçekten heyecan verici bir başlangıç. Yolcular ve mürettebat dahil uçaktaki herkesin kanlı boyunları ortada ve taze kan sonrası Louise, Charlotte ve Nora adlı üç vampir keyif çatmakta. Uçaktan atlayıp Berlin'in derinliklerine inen bu 3 kadın vampir Berlin'de bir gece kulübüne sahip. Para ya da hızlı arabalar onlar için sorun değil ve rahatça elde edebiliyorlar. Aralarına gelecek yeni üye olarak Lena'yı seçiyorlar. Genç, parasız ve yüzünden belli olacağı gibi muhtemelen uyuşturucu bağımlısı olan Lena para bulmak için hırsızlık yapar ve yakalanmak üzereyken polis memuru Tom ile tanışır. Ancak paçayı kurtarıp Tom'dan kaçar ve kendini dışarı attığı gecenin karanlığında vampirlerin gece kulübüne gider. Orada Louise'in dikkatini çekmesi ile Lena'nın serüveni başlar. Vampirliğin sadece kadınlarda kaldığını, erkek vampirlerin açgözlülükleri ve dikkatsizlikleri yüzünden yok edildiğini açıklayan Louise, Lena'yı da çeteye katar ve 4 kadın vampir gecelerin tadını çıkarmaya devam eder ta ki Lena'yı yakalamaya baş koymuş duygusal Tom ortaya çıkıp düzenlerini bozana kadar. Filmin sonunda ikilemde kalan Lena'nın kararı izleyiciye verilmemiş ve Tom ile kaçmasıyla beraber film sona erer.

Aksiyonun olmasıyla film izleyiciyi bağlasa da sonu çok önceden tahmin edilir bir film. Lezbiyen vampir olgusunu işlemesi açısından ilginç ve izlenmesi gereken bir film.

Hesher

2011/10/11



Başrollerde Joseph Gordon-Levitt, Devin Brochu, Rainn Wilson ve Natalie Portman'ın yer aldığı Hesher; 2010 yapımı bir drama.

Film; trafik kazasında eşini kaybeden Paul Forney'in, oğlu ile büyükannenin evinde geçirmeye çalıştığı hayat ve bu hayata adeta dalarak dahil olan Hesher'ın hikayesini işliyor.

Paul Forney, oğlu TJ ile henüz yaşadıkları şoku üzerlerinden atamamış halde büyükanneye sığınır. Yaşlı büyükanne de onları iyi hissettirmek için elinden geleni yapar. Hayatı sadece kendilerine karşı kaba sanan Paul ve TJ, her şeyin zamanla düzeleceğini umarken gözlerini Murphy Kanunları'nın yaşam bulmuş formuna açarlar.

Joseph Gordon-Levitt'in canladırdığı Hesher ise ipe sapa gelmez bir adamdır. Umursamaz tavırları ve anarşiyle beslenen ruhunu Forney evine taşır ve bu üçlü; sorunlarını -Piper Laurie'nin harika oyunculuğunun eseri- büyükanneye misafir etmeye devam ederler.

Sorunlar adeta çığın yukarıdan aşağıya inene dek daha da büyümesi gibi bir etki yaratmaya başlamıştır. Bu üçlüyü uyandırmak için gereken etki, yine son derece kötü bir olaydan gelir. Bazen insanların kendilerine gelebilmek için, kendilerinden uzaklaşmaları gerekmektedir.

Sonuç olarak Paul eşini, TJ annesini, Hesher da bir testisini kaybetmiştir. Hayat herkese karşı adil değildir.

Drive - Yeni Nesil Film Noir

2011/10/03


Başrollerini Ryan Gosling ve Carey Mulligan'ın oynadığı Drive; bir stunt aktörünün geceleri yaptığı "beş dakikalık" sürüşleri ile başlıyor.

Yeni bir Jason Statham filmi misali, getir-götür işlerinde kullanılan, işinin ehli bir sürücünün aksiyon dolu hayatında bulacağız sanıyoruz kendimizi. Aradan çok geçmiyor ki, ağır tempo ve müzikler tüm bu fikirleri temizliyor insanın aklından ve Drive, güzel bir film noir örneği haline bürünüyor.

Filmin atmosferi zaman ilerledikçe karanlıklaşıyor.

Film, her sahneyi üst noktaya taşıyan müziklerle bezeli. Aslında müziklerin taşıdığı çok fazla film görmeye başladık son zamanlarda. Geneli idare eder şeklinde giden filmleri dahi bir iki basamak yukarıya taşıyor müzikler. Bunun son örneğini Tron-Daft Punk örneği ile yaşamıştık. Drive ise sahnelerin çok iyi desteklediği müziklerle donatılmış. Sanki müzikler için çekilmiş sahneler izliyorsunuz ya da daha doğru tabiriyle, uzun metraj klipler izliyorsunuz.

Dikkat çekici yönlerden bir diğeri; Branson'da Tom Hardy'ye sahnedeki tüm özgürlüğü veren yönetmen Nicolas Winding Refn bu filmde de Ryan Gosling'e aynı rolü veriyor. Kurgulanması güç mimikler ile Gosling, yer aldığı tüm sahnelerde kontrolü ele alıyor, sahnedeki diğer rollere bakasınız dahi gelmiyor. Her sahnenin hakimi, güzeller güzeli Carey Mulligan'a rağmen Ryan Gosling oluyor.

Sonuçta da şu aralar çok sık karşılaşmadığımız bir türden, karanlık filmlerden, Drive ortaya çıkıyor.

Filmin içeriğine çok fazla girmeden, spoilerdan kaçarak Drive'ı anlatmaya çalıştım. Şu an için imdb puanı 8.1 ve bence tam hakkını alıyor. Bu tarz filmleri çok kötü ve basit bulanlar da fazla sayıda lakin çok fazla örneği yok Drive ve türevlerinin günümüz sinemasında. Fırsat bulursanız bir göz atın derim.

Animal Kingdom (2010)

2011/09/26

Çok zaman geçti en son yazımdan bu yana. Uzun bir ara verdim hayatımdaki herşeye. Değişikliklere açıldım. Farklı sularda buldum kendimi. Yaz geldi, gezildi eğlenildi. Ve şimdi sırada kış sezonu... Geri dönüşe geçtim ve tekrar buradayım.

Bu sezon pek çok yenilik olacak. Daha sık yazıyor, daha farklı konulardan bahsediyor olacağım. Bu geri dönüşe ısınma turuna bir film ile başlayalım. Filmimiz, 2010 Avusturalya yapımı Animal Kingdom.

Filmde, ikilemin ne demek olduğunu seyirciyi karakteriyle bütünleştirerek 17 yaşındaki Joshua Cody (J) bizlere anlatıyor. Uzun süredir uzak olduğu ancak annesinin ölümüyle bir anda hayatına yeniden giren dört dayısı ve ananesiyle beraber kendini polis ve ailesinin uğraştığı illegal işler arasında sıkışmış bir şekilde buluyor. Sundance Film Festivali 2010 Dünya Sineması Jüri Ödüllü Animal Kingdom, polis baskısı altındayken Josh'un dayılarının içinden en kötü yanlarının çıkmasıyla bu ismi alıyor. İlk bakışta farklı özellikleri olmayan hatta fazlasıyla sığ gibi duran J, gerektiği zaman zekasını kullanarak yaptığı kaçışlarla farklılığını ortaya koyuyor ve beklenmedik bir son ile film izleyiciyi hayretler içerisinde bırakıyor.

Genellikle yakın çekim kullanan ve mimiklere dikkati çeken, Joshua'yı deyim yerindeyse gözleriyle konuşturtan filmin yazarı ve yönetmeni David Michod, 1988 yılında filmin de çekildiği yer olan Melbourne'de meydana gelen gerçek bir olaydan esinlenerek senaryoyu oluşturuyor. James Frecheville, Joshua'nın sahip olduğu derin karakteri ortaya koymakta zorlanmıyor ve ortaya izlemesi keyifli 108 dakikalık bir film çıkıyor.

Matrix IV ve Matrix V Yolda!

2011/01/24


Keanu Reeves, London School of Performing Arts'da katıldığı söyleşide Matrix IV ve Matrix V için hazırlıkların başladığını açıklamış. Aralık 2010 sonlarına doğru Wachowski biraderler ile buluşup iki film için de gerekli senaryo materyalinin hazır olduğunu öğrenmiş ve filmlerin 3D çekileceğini de eklemiş. Ayrıca Wachowski biraderler James Cameron ile buluşup, o çılgın teknolojisinin filmde nasıl kullanılabileceğini, avantajlarını ve dezavantajlarını dahi konuşmuşlar. Keanu Reeves, ilk buluşmaların ardından yeni Matrix filmlerinin aksiyon türünde bomba etkisi yapacağı izlenimi edindiğini belirtiyor.

Diyeceğimiz odur ki, Matrix IV ve Matrix V artık söylenti olmaktan çıkmış ve yapım aşamasına geçilmiştir.

Charlie St. Cloud - Bir Kaza Olur...

2011/01/21




Ben Sherwood'un The Death and Life of Charlie St. Cloud kitabından uyarlanan, başrolleri Zac Efron, Charlie Tahan ve Amanda Crew tarafından paylaşılan 2010 yapımı Charlie St. Cloud filminden bahsetmek istiyorum bugün...

Hikaye, sorumluluğuna bırakılan kardeşini otomobille bir arkadaşına götüren Charlie'nin garip bir trafik kazası sonucu kardeşi Sam'i kaybetmesiyle başlıyor. Son derece parlak bir yelken kariyeri olan Charlie, kardeşinin ölümünün ardından doğup büyüdüğü kasabaya saplanıp kalıyor. Fırsatlar geçip giderken, hayat son kez ona bir şans vermeyi seçiyor. Kaza gecesi hayatını kurtaran ambulans görevlisi, Charlie'ye farkında olmak istemediği şeyleri hatırlatıyor. Bundan sonrası spoiler içereceğinden kesip, film hakkında düşüncelerime geçiyorum.

Zac Efron zerre sevmediğim bir oyuncu fakat 17 Again'den itibaren imajı toparlamaya başladı. Kitabın uyarlamasının çekileceği haberini aldığımda beklentilerim büyük değildi. Kitapta bahsi geçen karakterleri oynayabilmek için çok fazla seçenek yoktu zira. Aklıma ilk gelen isimlerden biriydi Zac Efron. Oyuncular belli olduktan sonra kıvırabilir mi falan diye düşünürken aslında hikayenin Amanda Crew tarafından sürükleneceği fikri yerleşti beynime. Gerçekten de öyle oldu, Zac Efron'un oyunculuğunun sırıtabileceği yerlerde nispeten daha iyi bir oyuncu olan Amanda Crew devralıyor sahnenin yükünü. Yönetmen bu konuda iyi iş çıkarmış.

Uyarlama haberini aldığımda aklıma düşen diğer endişe ise buram buram Hollywood klişesi dolu, tamamen izleyiciyi ağlak insan moduna sokma çabasına giren bir kurgu peşinde koşulabileceğiydi. Beklentimin tersi oldu, tamam kazadır falandır filandır klişe şeyler var lakin film ilerledikçe amacın birini kaybetmenin üzüntüsü üzerine odaklanmadığını anlıyorsunuz. Kitaptan biraz farklı bir özelliği bu filmin. Yeniden ilerleme çabası detaylarda gizli bir şekilde işlenmiş. Film sıkmadan başlıyor ve bitiyor. IMDB puanı bu tür filmler için pek ayna görevi görmüyor çünkü türü seven ve sevmeyen arasında uçurum var. Tamamen kitaptan doğan merakım beni bu filmi izlemeye itti ve gayet memnun kaldım.

Boş vaktinizde iyi bir tercih olacaktır.