Hayatımız boyunca mutluluk ve hüzün biriktiriyoruz.
Capri Sun paketlerini patlatabildiği için aranan adam olan arkadaşımıza gülerken, beşinci sınıf kantininde hayatımızın ilk hayal kırıklığını tecrübe etmenizi sağlayan mavi gözlü kızı da hatırlıyoruz. Yıllar boyunca topladığımız yük o kadar birikiyor ki, kimimiz için bu yükün hayal kırıklığı tarafı daha ağır basıyor. Hayal kırıklıklarının oluşturduğu bu enkazı paylaşmayı denediğimiz kişiler de bazen beklentinin tam tersini yaparak yeni taşlar bırakıyor bu enkazın üzerine...
İçinden çıkılmaz bir durum gibi görünüyor değil mi? Değil aslında. Sorun biziz.
Mahallede top oynarken camını kırdığınız esnaf "olur oğlum böyle şeyler, yaptırırız" diyip ağlamanızı susturuyorken, kalecinin annesi aynı hafta sizin bilerek sürekli cam kırdığınızı ve çocuğuna kötü örnek olduğunuzu annenize söylediğinde iki yüzlülüğün ne demek olduğunu öğrenmeye başlıyorsunuz.
Koçunuz, sadece son sınıfta olduğu için sizin yerinize başkasına daha fazla süre verince, hayatta aslında pek çok işin kaba tabirle "torpille" döndüğünü anlamaya başlıyorsunuz.
Lisede yakışıklı çocukların yanında olan kızların, üniversitenin sonu yaklaştıkça akıllı çocukların yanına doğru kayışının "para-çokomel eğrisi"ni kanıtlayışına tanıklık ediyorsunuz.
Bir gece telefondan ölüm haberi alınca ayakta kalmaya çalışmayı tecrübe ediyorsunuz
Bilmem kaç dille ve türlü proje başarısıyla bulunduğunuz noktada kalabilmenizin, mesleğinizle alakalı olmayan işleri başarıp başaramamanıza bağlanmasıyla özel sektörü tecrübe ediyorsunuz.
Bu tarz örnekleri kendi geçmiş ve günümüzle bağdaştırarak çoğaltabiliriz.
Tüm bunları yaşarken etrafımızda bize destek olanların yanında, hayatını "ben olsam şöyle yapardım" ile geçiren bir kitle de var. Hepimiz doktor, hepimiz futbolcu, hepimiz birer politikacıyız. Pek çoğumuzun hayatında en çok yaptığı hata kişileri aklımızdaki kalıplara sokmak. "Bana çiçek getirsin, beni sevsin, yalan söylemesin, ayda şu kadar para kazansın, kötü günümde yalnız bırakmasın vs. vs." tamam bunlar güzel şeyler de, siz ne verebiliyorsunuz? Hastalandığında bir tas çorba yapabilir misiniz? Pazar gecesi deli gibi yağmur yağarken "abi bir kişi eksik, ne olur be?" dediğinde 23:00-24:00 halı sahaya gider misiniz?
Bunu lisede ben çok yapardım. Yabancı dilde şarkılar dinliyoruz, bir de sinemada Hollywood esiri olmuşuz ya hani; arkadaşlarım veya kız arkadaşım İngilizce bilmezse birlikteyken o duyguları yaşayamayız, ileride çok sıkıntı çekeriz diye düşünüyordum. Şimdi diyorum ki cidden su katılmamış salakmışım. Büyükelçiliğe eleman mı arıyosun yoksa eş-dost mu? İnsanın başlıca kriteri bu olur mu...
Gelgelelim; tek sebep kökenli, enkazı çok bir insan oldum zaman geçtikçe. Aradığım şeyler bambaşka oldu. Pek tabii, bu geçen zamanda bende aranan noktalar da değişti. İnsan özellikle çalışma hayatına girdiğinde etrafına fazla vakit ayıramamaya başlıyor, çok da seviyoruz işi bahane göstermeyi bu konuda lakin ciddi etkisi var. Arkadaşlarınızla saatleriniz denk gelmiyor, tam zaman yaratıyorsunuz kız arkadaşınız "ben izin aldım, ne yap ne et iki gün boşalt bir yere gidelim" diyor. Birinden birini seçmeye başladığınız yaşlar geliyor. Bu yaşların enkazı uzaklaştığınız dostlarınız ve işinizin size genelde olumlu dönüşü olmayan stresi oluyor.
Peki enkaz kime yükleniyor? En yakınımızda kim varsa. Gün geliyor yükler eve seve paylaşılıyor, gün geliyor balkondan anahtarı atmak sorun oluyor. Yine de günün sonunda bu yükler, yeri geldiğinde enkazlar paylaşılıyor. Ama eşle, ama dostla...
Mutluluğu da hüzünü de tek başınıza yaşamayın. Hele ki Sonbahar'ınızı asla.
Bu yazının yegane yazılış amacı, bugün yan masadaki arkadaşının başını, bir Berkecan yüzünden, Berkecan'ın unutamadığını düşündüğü eski sevgilisi yüzünden yiyen genç arkadaşımızdı. Enkaz devraldığını düşünüyordu... Yazının tonunu yumuşatan da Berkecan'ın tek erkek olmadığını anlatan kısa boylu arkadaşıydı. Uzun ve mutlu bir arkadaşlığınız olur umarım, lütfen yirmi iki yaş enkazınızda boğulmayın. O yığın gittikçe artacak.